MUNZURUN DELİLERİ İZMİR
XER AMA DOSTİMA  
  Ana Sayfa
  munzurundelileriizmir@hotmail.com
  Ziyaretçi defteri
  Anketler
  müzik
  MUNZUR FORUM(üyelik burdan)
  dost siteler
  VİDEO
  KONUŞARAK PAYLAŞALIM
  bir gündeme bakalım
  resimler
  DELİLERDEN HABERLER
MUNZUR FORUM(üyelik burdan)
=> Daha kayıt olmadın mı?

MUNZURA SAHİP ÇIK!

MUNZUR FORUM(üyelik burdan) - M U N Z U R “ D A R D A ” av. murat cano

Burdasın:
MUNZUR FORUM(üyelik burdan) => MUNZUR(GENEL) => M U N Z U R “ D A R D A ” av. murat cano

<-Geri

 1 

Devam->


isuwa
(şimdiye kadar 21 posta)
15.11.2007 10:12 (UTC)[alıntı yap]
M U N Z U R “ D A R D A ”
Evet, Munzur darda.
Niçin mi?
Devlet, Munzur Vadisi’ne sekiz baraj yapmaya karar verdiği için.
Yakında iş makineleri, Munzur Vadisi’ni eşelemeye başlayacakları için.
Sonra da önüne 125 m. yüksekliğinde duvar inşa edilerek Munzur’a hayat veren vadi suları, Munzur’u boğacağı için.
Mercan, Pülümür ve Munzur Vadileri göl haline gelirse; Munzur’un iklim dengesi alt üst olacağı için.
Akarsuları zaptedilmiş, vadileri suya boğulmuş, belki de gözeleri kurumuş ve iklimi alt üst olmuş Munzur’da, Avrupa’da bile değeri taktir edilen Çengel Boynuzlu ve Bezuvar Dağ Keçileri ile Ür Kekliği artık yaşamayacağı için.
Alabalık, kirlenip zehirlenerek boğulacağı için.
Yüze yakın köy ve komda yaşayan insanlar, göç etmek zorunda kalacakları için.
“Gurbet” ve “yaban el”e düşmüş Tunceliler’in geriye dönüş umudunu yok edeceği için.
Munzur’un suyu ile dağının hayat verdiği diğer canlılar, orman ve bitki örtüsü yok olacağı için.
Ve bütün bunların sonunda Tunceli’de hayatın temeli olan su ve dağın “ahlakı”” bozularak hayat “çekilmez” olacağı için, Munzur darda...

Peki Devlet, doğru bir şey mi yapıyor?
Kendi hesaplarına göre, evet.
Ama yanılıyor..
Neden mi yanılıyor?..

* Tunceli’de yaşayan insanların temel ekonomik faaliyetleri, arıcılık ve hayvancılıktan ibarettir. İlde, sanayi yoktur, ticaret ve hizmet sektörü ise gelişme halindedir. İlin coğrafi konumu ile topoğrafik yapısı bakımından yörede imalat veya ağır sanayi tesislerinin kurulması neredeyse imkansız olduğu gibi, rantabl da değildir. Buna karşılık yörenin olağanüstü düzeyde hayvancılık, arıcılık ile dağ-su-orman turizmi potansiyeli mevcuttur. Bu nedenle Tunceli’yi kalkındırarak, orada yaşayan ve yaşayacak olan insanların gelir kaynakları ile yaşam olanaklarını yükseltmek, bu arada ulusal ekonomiye artıdeğer katmak isteniyorsa öncelikle Tunceli’nin doğasını dokunulmaz kılarak, olduğu gibi korumak ve onun güzelliklerinden, dağlarından, mağaralarından, göllerinden, kaplıcalarından, içmelerinden, akarsularından, vadilerinden ve mesire yerlerinden; turizm, arıcılık ve hayvancılığın geliştirilmesi bakımlarından yararlanmak gerekir. Üstelik bu tür bir planlamanın teşvik edilmesi ile uygulamasına yönelik maliyetler, sözkonusu baraj ve HES’lerin (hidroelektrik santral) yapımı ile işletme maliyetlerinden daha düşük olur. Ayrıca turizm ile hayvancılık ve arıcılık faaliyetleri, sürekli faaliyetler oldukları halde baraj ve HES’lerin, sınırlı ömürleri vardır.
* Baraj projelerinin uygulanması halinde yeni yeni başlamış olan “geriye dönüş” süreci; kesintiye uğrayabileceği gibi, büyük çaplı yeni göçlere de neden olacaktır. Zira, Tunceli insanının yerleşik yaşam biçimi; su ve dağın sunduğu olanaklarla belirlendiği gibi, bunlar olmadan da devam edemez.

* Munzur Vadisi, 1971 yılında Ulusal Park olarak ilan edilmiştir. Bu vadi; estetik ve bilimsel bakımdan istisnai düzeyde evrensel değerlere sahip olan fiziki ve biyolojik bir oluşumdur. Bu niteliğinden ötürü de;
- Anayasa’nın 63. maddesi ile Doğa ve Çevre Mevzuatı’na,
- Türkiye’nin onaylamış bulunduğu 16 Kasım 1972 tarihinde yapılan UNESCO’nun XVII. Genel Kurulu’nda kabul edilmiş olan Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme hükümlerine,
- Türkiye’nin üyesi olmak sürecine girmiş bulunduğu AB’nin Çevre Kriterleri’ne,
göre olduğu gibi korunması gerekmektedir.

* Tunceli Bölgesi’nde arkeolojik araştırma yapılmamış olmasına rağmen, Keban Baraj Gölü Havzası’nda yapılmış olan araştırmalar sırasında Pulursak Yolu Kazısı’nı yapan Sayın Kılıç KÖKTEN’in; çevrede sürdürdüğü yüzey araştırmaları sırasında çok sayıda paleotik döneme ait çeşitli kaya sığınakları, işlik yerleri ve düz yerleşmeler saptanarak, bölgenin, paleotik dönem (yontmataş çağı açısından çok zengin olduğu vurgulandığından, yörede arkeolojik yüzey araştırmaları yapılmadan sözkonusu projelerin uygulanmaması gerekir. Zira, yapılabilecek arkeolojik tespit ve tescillerin gerekli kılması durumunda, hem Ulusal Mevzuatımız, hem de Türkiye’nin katılmış bulunduğu Arkeolojik Mirasın Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi uyarınca sözkonusu projelerin uygulanmaması kaçınılmaz olabilir.
* Devletin; Munzur Projesi kapsamındaki baraj ve HES’lerin tümünden elde etmeyi amaçladığı yıllık enerji miktarı 362 MW’tır. Bu miktar enerji, 2000 Yılı itibariyle hidrolik kaynaklarımızdan elde edilen toplam 37.079 MW’lık enerjinin % 09.7’si kadardır.
Bizler; ülkemizin ekonomik kalkınmasına ve kalkınmanın temel girdilerinden olan enerji üretimine, enerjinin hidrolik kaynaklarımızdan elde edilmesine karşı çıkamayacak kadar yurt ve insan severiz. Nevar ki Türkiye’nin, -tıpkı tarihsel miras için olması gerektiği gibi-, doğal kaynak ve zenginliklerini koruyacak bir kalkınma modeli geliştirmesini istemek de yurtseverlik olsa gerek. Üstelik, koruyarak kalkınmayı amaçlayan model geliştirilmesini istemek; yurdumuzun ve insanımızın “dün”ünü, “bugün”ünü ve “yarın”ını aynı zamanda sevmektir.
Murat CANO / Hukukçu

***

TÜRKİYE’DE SU VE “ÖTEKİ” DEĞERLER

YA YARIN YAŞANACAK BİR ÜLKEYE
YA DA CEHENNEME SAHİP OLACAĞIZ


“Modern” düşünceye göre ekonomi ile ekoloji birbirinden ayırt edilemez.

Ekonomik faaliyetlerin “doğayı bozması ve çevreyi kirletmesi” mümkündür. Bu durum; hayatın sağlıklı ortamda sürmesini zorlaştırabilir, hatta yok edebilir.

“Kalkınma amaçlı” bayındırlık faaliyetlerinin yıkım aracı haline geldiği görülmüştür. Bu nedenlerle doğanın ve çevrenin korunması, günümüzün olduğu kadar, yüzyılın da temel sorunlarından biridir.

İnsanlığın bugün bu konuda göstereceği duyarlılığa ve uluslararası toplumun alabileceği önlemlere göre ya yarın yaşanabilecek bir dünyaya ya da cehenneme sahip olacağız.

Eğer cehenneme sahip olursak insanın, “suyla oyunu” öylece son bulacaktır.

Aynı seçenekler, ülkemiz ve insanımız için de geçerlidir.

Konumuz “su” olduğu için biraz Türkiye’deki sudan söz etmek gerekiyor:

Türkiye, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar kaynak suları, yer altı suları, akarsular, kara suları ve göller bakımından en yüksek potansiyele sahip olan ülkedir.

Türkiye’nin, suya dayalı ekonomik, sosyal ve stratejik hedefleri vardır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, aynı durum; Türkiye’yi bu yüzyılın büyük avantajları ve sorunlarıyla da karşı karşıya getirmektedir. Nitekim, “su”; bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de, özellikle Orta Doğu’ da da petrolün üstünde bir önem ve değer kazanmaya başlamıştır.

Su kaynaklarının kullanılmasındaki teknolojik gerilikler ile hükümetlerin uygulama yanlışlıkları ve bütün ülkeler tarafından kabul edilmiş uluslararası bir su rejiminin olmaması; suyun önemini arttırmakta, hatta O’nu “tehlikeli” hale getirmektedir.

Türkiye’nin yıllık yağış hacmi 501 milyar m3’tür. Bunun akışa geçen kısmı 186 milyar m3’tür. Yeraltı suları ve diğer ülkelerden Türkiye’ye intikal eden sularla birlikte yenilebilir tatlı su potansiyeli 205 milyar m3’tür. Yapılan teknik ve ekonomik değerlendirmelere göre farklı amaçlarla tüketilebilecek yüzey ve yeraltı suları, yıllık 110 milyar m3’tür.

Türkiye’nin yıllık su tüketimi 39 milyar m3’tür. Bunun; 6 milyar metreküpü yer altı sularından, 26.4 milyar metreküpü ise barajlardan elde edilen sularla temin ediliyor.

Tüketilen suyun 29 milyar metreküpü sulamada, 5.7 milyar metreküpü içme ve kullanmada, 4 milyar metreküpü ise endüstriyel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılmaktadır.

Türkiye yüzölçümünün 1/3’üne tekabül eden 28.05 milyon hektarlık ekilebilir arazinin 25.85 milyon hektarlık kısmı sulanabilir arazidir. Bu arazinin 8,5 milyon hektarı, ekonomik olarak sulanabilir arazi olduğu halde sulanabilen araziler toplamı 4.8 milyon hektardan ibarettir. Projeli olarak sulanan 3,5 milyon hektarlık tarım alanının yalnızca 2.5 milyon hektarlık kısmı, barajlarda düzenlenen sularla sulanmaktadır.

Türkiye akarsularının toplam kurulu gücü 34.740 MW’tır. Buna karşılık hidroelektrik enerji potansiyeli 123.040 GWh’dir.

Türkiye’nin 1999 Yılı sonu itibariyle 110.526 GWh olan elektrik enerjisi tüketiminin yalnızca 38.000 GWh bölümü (%34.3) hidroelektrik santrallerden karşılanmaktadır. İnşaatı devam etmekte olan 37 adet HES projesinin toplam kurulu gücü 4.190 MW, üreteceği elektrik enerjisi miktarı ise 13.578 GWh’dir.

Türkiye’de bugüne kadar sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve enerji amaçlı, 195 adedi büyük, 940 adedi küçük olmak üzere toplam 1135 baraj işletmeye açılmıştır. 107 adedi büyük olmak üzere 135 adet barajın inşaatı sürüyor. 47 barajın projesi tamamlandı, 47’sinin ise proje çalışmaları sürmekte. Ayrıca 485 adet Hidro Elektrik Santral projesinin geliştirilmesi planlanmıştır.

Rakamlardan anlaşılacağı gibi Türkiye’de su, olağanüstü ölçüde önemli ve büyük bir değerdir. Devletin, bu büyük kaynağı; sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve elektrik enerjisi üretmek amacıyla değerlendirmesi gerekir. Devletin bu alandaki tercihi; temiz içme suyu elde etmek ve bu nitelikte suyun potansiyelini korumak, tarımsal alanları sulamak amaçlı su üretmek ve sudan elektrik enerjisi üretmekten ibaret kalmıştır. Halbuki, suyla birlikte ve aynı zamanda su kadar önemli olan “öteki” değerler de vardır. Üstelik insanın suya olan gereksinimi nedeniyle suya dayalı olarak yürütülen bütün bayındırlık faaliyetleri, kaçınılmaz olarak “öteki değerler”i; olumlu ya da olumsuz etkilemektedir. Öteki değerlerden kastım; her şeyden önce “suyla oynayan insan” ile doğa, çevre ve kültürel mirastır.

“Kültürel Miras”; UNESCO ile Avrupa Konseyi öncülüğünde imzalanan sözleşmelere göre, “tarih, sanat veya bilim açısından istisnai evrensel değerdeki mimari eserler, heykel ve resim alanındaki şaheserler, arkeolojik nitelikteki eleman veya yapılar, kitabeler, mağaralar, eleman birleşimleri, yapı toplulukları ve sitler”dir.

Bu belgelere göre kültürel miras; “insanlığın ortak anı kaynağı”dır ve “bilimsel, tarihi araştırma gerecidir”.

Tanımın unsurlarından anlaşılacağı gibi, arkeolojik miras; yalnızca “eser” olmayıp, aynı zamanda “veri”dir. Öyleyse çeşitli alanlardaki bayındırlık faaliyetleri sonucunda yok olan, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan ya da bu nitelikteki “potansiyel tehlike” altında bulunan şey; “insanlığın ortak anı kaynağı” olan değerler ile “dün”e ilişkin bilgi edinme imkanını sağlayan verilerdir. Bu bakımdan, her arkeolojik değerin yok edilmesiyle birlikte, insanlığın; dün hakkında bilimsel ve tarihi bilgi edinme imkanı da yok edilir.

İnsanın bilgi edinme hakkı ile bu bilgiyi geleceğe aktarma ödevi; “insani” olduğu kadar, evrensel nitelikte bir hak ve yükümlülüktür. Bilgi edinme hakkı engellenen insanın gelişmesi ve dünya ölçeğinde bir tarih bilincine ulaşması, bu yolla kendisini dünyalı hissederek “diğeri”yle birlikte bir arada ve barış içinde yaşaması da engellenmiş olur. Çünkü, insan denilen varlık; dünü ve bugünü kendinden ibaret olarak ve kendisi kadar algılarsa, “öteki” herhangi bir değer ifade etmez. O zaman da ne ötekinin düne ait değerlerini ve verilerini korumak ihtiyacı duyar, ne de “öteki”ne yarın içinde varolma hakkı tanır. Böylece, insanlığın ortak bir dünü ve ortak bir yarını olmaz. İnsan, “öteki”ni ve “önceki”ni tanıyamaz. Herkes; kendinden ibaret ve kendisi kadar yoksul bir birey olarak kalır. Bu durum, sosyolojik olarak insanlık değerlerinin oluşmasını da zorlaştırır.

Çağımız; “bilgi çağı”dır. “Bilgi Teorisi”ne göre, yeni bilgi üretmek, veriye ulaşmakla mümkündür. Veri yok edilirse bilgiye ulaşmak imkanı da yok edilmiş olur. Öyleyse kültürel mirası yok eden ya da yok etme tehlikesi yaratan her faaliyet, “çağdışı” bir faaliyettir.

Doğanın dengesini bozarak ekolojik sorunlar yaratan ve kültürel varlıkları yok eden her bayındırlık faaliyeti, hayatın sağlıklı ortamda sürmesine ve insanın düne ilişkin bilgi edinme hakkına yöneltilmiş ağır bir saldırıdır. Aynı faaliyetler, yarattıkları sonuçlar bakımından insanlığın bir arada barış içinde yaşama bilincinin gelişmesini kesintiye uğratmakta ve hatta bölgesel olarak bozmaktadır.

Bu faaliyetlerin tehdit ettiği haklar, insanın temel haklarındandır ve uluslararası toplumun koruması altındadır. Herhangi bir ülkenin ulusal mevzuatının, bu hakları korumamış, ya da bunların özüne dokunacak düzenlemeler yapmış olması; bu hakları ortadan kaldırmaz. İnsan, her durumda; yurttaşı olduğu devletten ve uluslar arası toplumdan bu hakların korunmasını isteyebilir. Bu istem, her şart altında meşrudur.

Konunu özelliği nedeniyle Türkiye’nin doğa ve kültür varlıkları mevzuatına değinmek gerekiyor:

Türkiye’nin kültür varlıklarıyla ilgili mevzuatı, ne yazık ki cumhuriyetin kurulmasından altmış yıl sonra 1983 Tarihli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası’nın çıkarılması ile oluşmaya başlamıştır. Sonraki tarihlerde, Devlet Planlama Teşkilatı, İmar ve Milli Parklar Yasası yürürlüğe sokulmuştur.

1926 tarihli Medeni Yasa hükümleri, 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Yasası, 1960 tarihli Yeraltı Suları Hakkındaki Yasa ve 1971 tarihli Su Ürünleri Yasası istisna edilirse Türkiye’nin doğa mevzuatı, 1983 tarihli Çevre Yasası ile oluşmaya başlamıştır. Daha sonra ise, hava kalitesinin korunmasına, taşıt kaynaklı kirliliğin önlenmesine, Çevre ve orman bakanlıklarının kuruluş ve görevlerine ilişkin yasalar yürürlüğe sokulmuştur.

Türkiye;
- Avrupa Kültür Anlaşması’na (Paris Sözleşmesi) 1957 yılında,
- Akdeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması Sözleşmesi’ne (Barcelona Sözleşmesi) 1981,
- Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunmasına Dair Sözleşmesi’ne (Granada Sözleşmesi) 1983 yılında,
- Avrupa Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi’ne (Bern Sözleşmesi) 1984 yılında,
- Viyana Sözleşmesi ile buna bağlı Montreal ve Londra Protokolleri’ne 1990 yılında,
- Ramsar Sözleşmesi’ne 1994 yılında,
- Basel Sözleşmesi’ne 1994 yılında,
- Arkeolojik Mirasın Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi’ne (Malta/Valetta Sözleşmesi) 1999 yılında,
- Avrupa Birliği Çevre Ajansı Sözleşmesi’ne 2000 yılında
katılmıştır.
Türkiye’nin uluslarüstü doğa ve kültür varlıkları mevzuatı, aynı konudaki ulusal mevzuatından daha gelişkindir. Ancak ulusal ya da ulusarüstü hukukun belirlediği yükümlülüklere uymak için, uygulamaya yönelik alışkanlıkların değişmesi ve yeni bir bilincin gelişmesi bakımından zamana ihtiyaç vardır. Nitekim, sözü edilen düşünüş ve alışkanlıklar nedeniyledir ki Türkiye;

- Keban’dan başlayıp Kargamış’ta biten baraj ve HES uygulamaları sonucunda Fırat Nehri ile uygarlık havzasını, bu havzadaki yerleşim ve tarım alanlarını, bitki örtüsünü ve hayvan çeşitlerini yitirmiştir.
- Ilısu-Cizre Baraj ve HES Projesi’nin uygulanması halinde ise Dicle Irmağı’nı ve onun uygarlık havzasını da bütün değerleriyle yitirmiş olacaktır.
- İhale edilmiş, projeleri tamamlanmış olan ve proje çalışmaları devam eden baraj ve HES’lerin aynen uygulanması durumunda, Türkiye Coğrafyası’nda yeralan birçok vadi ile tarihsel yerleşim alanı da yok olacaktır. Örneğin; Fırtına Deresi, Munzur Vadisi, Çoruh Vadisi, Zap Vadisi, Çine Vadisi-Marsias Antik Kenti, Bergama-Alionai Tarihsel Yerleşim Alanı, vb.

Türkiye; “koruyarak kalkınma”yı öğrenmek durumundadır. Aksi halde insanımızın, yarın yaşanacak bir ülkeye sahip olma seçeneği olmayacaktır.


Murat CANO/Hukukçu
Türkiye Barajlar ve Kültürel Miras İzleme Kurulu
Kurucu Üyesi

***

• Barajlar, Ormanları Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar Çengel Boynuzlu ve Bezuvar Dağ Keçilerini Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar Ur Kekliğini Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar Kırmızı Benekli Alabalığı Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar; Dereleri, Vadileri, Gözeleri Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar; Turizmi, Hayvancılığı, Arıcılığı Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar Tarihi Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar, İnsanları “Sürgün” Etmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!


MUNZUR “DARDA”
YETİŞİN “YA” İNSANLAR!
YETİŞ EY İNSANLIK!


***

DANIŞTAY ONUNCU DAİRE BAŞKANLIĞI’NA
Sunulmak Üzere
TÜRKİYE...BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE (BAŞKONSOLOSLUĞU’NA-KONSOLOSLUĞU’NA)
........................

Dosya No
2002/2180E.

DAVAYA KATILMA
İSTEMİNDE BULUNAN(LAR):


DAVACILAR : 1- Murat CANO
2- Selman YEŞİLGÖZ
3- Hayal HANOĞLU
4- Hasan ŞEN
5- İmam BAZAN
6- İbrahim KARAKAYA-
7- Ali Rıza AYDIN

DAVALILAR : 1-T.C. BAŞBAKANLIĞI
ANKARA
2-ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞI
ANKARA

İSTEM : Munzur Projesi adı verilen baraj ve HES projelerine ilişkin idari
işlemlerin yürütülmelerinin durdurulması ile iptallerine karar
verilmesi istemiyle açılan davaya, davacılar yanında
katılmama(mıza) karar verilmesi istemidir.

1- Dava konusu projeler, kamu yararını zedeler niteliktedir.
2- Verilecek hüküm, beni de etkileyecektir.
3- Yurttaşlık Hukuku’nun tanıdığı hak ve Kamu Yararı’nın korunması gerektiği düşüncesinden hareketle, davacıların yanında davaya katılma istemimi(mizi) sunuyorum(ruz).

SONUÇ : Sunulan ve res’en gözetilebilecek nedenlerle; davacılar
yanında davaya katılmama(mıza) karar verilmesini, talep
eder, saygılar sunarım(rız).../../....


***

BAŞBAKANLIK MAKAMI’NA
ANKARA

İstemde
Bulunanlar: 1- Murat CANO
Taksim İstiklal Cad. Meşelik Sk.
No:36 K:3 D: 8 80060 Beyoğlu/İSTANBUL

2- Hayal HANOĞLU
( Aynı adreste)

3- Selman YEŞİLGÖZ
( Aynı adreste)

4- hasan ŞEN
( Aynı adreste)

5- İmam BAZAN
( Aynı adreste)

6- İbrahim KARAKAYA
( Aynı adreste)

7- Feride LAÇİN
( Aynı adreste)

8- Ali Rıza AYDIN
( Aynı adreste)


İstem : “Munzur Projesi” adıyla anılan ve enerji amaçlı sekiz adet baraj ile HES’ten oluşan projenin içinde yeralan Mercan, Akyayık, Konaktepe 1-2, Kaletepe, Bozkaya ve Pülümür Barajları ile HES inşaatlarının durdurulması ve sözkonusu projelerin iptal edilmesi isteminin sunulmasıdır.

2- Munzur Projesi adı altında enerji amaçlı olarak Mercan Deresi, Munzur Vadisi ve Pülümür Çayı üzerinde sekiz adet baraj ile HES’in yapımının projelendirildiği, bunlardan; Tunceli –Elazığ Karayolu’nun 18. km’sinde yer alan Uzunçayır Baraj ve HES inşaatı ile Mercan HES ve Tesisleri inşaatının devam etmekte olduğu bilinmektedir.
Sözkonusu projenin bütün birimleriyle uygulanması halinde üretilmesi planlanan yıllık elektrik enerjisi 362 MW’dır. Bu miktar enerji, 1999 yılı sonu itibariyle hidrolik kaynaklarımızdan elde edilen toplam 37.079 MW’lık enerjinin %09.7’si kadardır.


3- Uzunçayır Baraj ve HES Tesisleri dışındaki Munzur Projesi kapsamında yeralan baraj ve HES’lerin yapımında; doğal, sosyal, ekonomik ve hukuki bakımlardan kamu yararı yoktur. Çünkü;
a) Tunceli’de yaşamın ekonomik altyapısı; “su” ve “dağ”dır. Suyun; baraj rezervuarlarında tutulması, onun hayat verdiği bütün canlıları yok edeceği gibi, dağ ve orman ile diğer bitki örtüsünün de yok olmasına yol açar.
b) Tunceli’de yaşayan insanların temel ekonomik faaliyetleri, arıcılık ve hayvancılıktan ibarettir. İlde, sanayi yoktur, ticaret ve hizmet sektörü ise gelişme halindedir. İlin coğrafi konumu ile topoğrafik yapısı bakımından yörede imalat veya ağır sanayi tesislerinin kurulması neredeyse imkansız olduğu gibi, rantabl da değildir. Buna karşılık yörenin olağanüstü düzeyde hayvancılık, arıcılık ile dağ-su-orman turizmi potansiyeli mevcuttur. Bu nedenle Tunceli’yi kalkındırarak, orada yaşayan ve yaşayacak olan insanların gelir kaynakları ile yaşam olanaklarını yükseltmek, bu arada ulusal ekonomiye artıdeğer katmak isteniyorsa öncelikle Tunceli’nin doğasını dokunulmaz kılarak, olduğu gibi korumak ve onun güzelliklerinden, dağlarından, mağralarından, göllerinden, kaplıcalarından, içmelerinden, akarsularından, vadilerinden ve mesire yerlerinden; turizm, arıcılık ve hayvancılığın geliştirilmesi bakımlarından yararlanmak gerekir. Üstelik bu tür bir planlamanın teşvik edilmesi ile uygulamasına yönelik maliyetler, sözkonusu baraj ve HES’lerin yapımı ile işletme maliyetlerinden daha düşük olur. Ayrıca turizm ile hayvancılık ve arıcılık faaliyetleri, sürekli faaliyetler oldukları halde baraj ve HES’lerin, sınırlı ömürleri vardır.
c) Sözkonusu projenin uygulanması halinde yeni yeni başlamış olan “geriye dönüş” süreci; kesintiye uğrayabileceği gibi, büyük çaplı yeni göçlere de neden olacaktır. Zira, Tunceli insanının yerleşik yaşam biçimi; su ve dağın sunduğu olanaklarla belirlendiği gibi, bunlar olmadan da devam edemez.
Baraj ve HES’lerin, süreç içinde ildeki bütün demografik yapıyı olumsuz yönde etkilemesinin kaçınılmazlığı dışında, Pülümür Vadisi yöresindeki köyler hariç Mercan ve Munzur Vadisinde yapılacak baraj ve HES’ler nedeniyle 84 köyün göç etmesi zorunlu görünmektedir.
d) Nihayet Munzur Vadisi, 1971 yılında Ulusal Park olarak ilan edilmiştir. Bu vadi; estetik ve bilimsel bakımdan istisnai düzeyde evrensel değerlere sahip olan fiziki ve biyolojik bir oluşumdur. Bu niteliğinden ötürü de;
- Anayasa’nın 63. maddesi ile Doğa ve Çevre Mevzuatı’na,
- Türkiye’nin onaylamış bulunduğu 16 Kasım 1972 tarihinde yapılan UNESCO’nun XIIV. Genel Kurulu’nda kabul edilmiş olan Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme hükümlerine,
- Türkiye’nin üyesi olmak sürecine girmiş bulunduğu AB’nin çevre kriterlerine,
göre olduğu gibi korunması gerekmektedir.
e) Son olarak, Tunceli Bölgesi’nde arkeolojik araştırma yapılmamış olmasına rağmen, Keban Baraj Gölü Havzası’nda yapılmış olan araştırmalar sırasında Pulursak Yolu Kazısı’nı yapan Sayın Kılıç KÖKTEN’in; çevrede sürdürdüğü yüzey araştırmaları sırasında çok sayıda paleotik döneme ait çeşitli kaya sığınakları, işlik yerleri ve düz yerleşmeler saptandığını, bölgenin, paleotik dönem (yontmataş çağı açısından çok zengin olduğunun vurgulandığını, olayın bu yönü bakımından yörede arkeolojik yüzey araştırmaları yapılmadan sözkonusu projelerin uygulanmamasının gerektiğini, yüzey araştırmaları sonucunda yapılacak arkeolojik tespit ve tescillerin gerekli kılması durumunda , Türkiye’nin tarafı haline gelmiş bulunduğu Arkeolojik Mirasın Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi hükümleri uyarınca da sözkonusu projenin uygulanmamasının gerekebileceğini belirtmek isteriz


4- Bizler; ülkemizin ekonomik kalkınmasına ve kalkınmanın temel girdilerinden olan enerji üretimine, enerjinin hidrolik kaynaklarımızdan elde edilmesine karşı çıkamayacak kadar yurt ve insan severiz. Nevarki Türkiye’nin, -tıpkı tarihsel miras için olması gerektiği gibi-, doğal kaynak ve zenginliklerini koruyacak bir kalkınma modeli geliştirmesini istemek de yurtseverlik olsa gerek. Üstelik, koruyarak kalkınmayı amaçlayan model geliştirilmesini istemek; yurdumuzun ve insanımızın “dün”ünü, “bugün”ünü ve “yarın”ını aynı zamanda sevmektir.

Sonuç ve İstem: Munzur Projesi içinde yer alan Mercan, Akyayık, Konaktepe 1-2, Bozkaya, Pülümür Baraj ve HES inşaatlarının durdurulması ile iptal edilmesi, saygıyla talep olunur. 29.01.2001


Selman YEŞİLGÖZ Hayal HANOĞLU Murat CANO


Hasan ŞEN İmam BAZAN İbrahim KARAKAYA


Feride LAÇİN Ali Rıza AYDIN

Ekleri
İptal istemine konu baraj ve
HES’lere ilişkin özet bilgiler
ile bunların konumlanmalarını
gösterir krokiler.


***

MUNZUR “DAR”DA!
Sizin Keyfiniz Yerinde Mi?

Umarım, artık herkes öğrenmiştir: Devlet, Tunceli’de 8 baraj ve Hidroelektrik Santral (HES) planlamıştır. Bunlardan Uzunçayır Barajı ve HES’i ile Mercan HES’nin inşaatları bitmek üzere. Munzur Vadisi’nde yapılmak istenen Konaktepe Barajı ile Konaktepe I-II HES’nin inşası ise Bakanlar Kurulu Kararı’yla Türk-Amerikan Şirketleri topluluğuna, çoktan verildi. Konaktepe Barajı’nın göl alanı ile ilgili ÇED Raporu hazırlama çalışması da başlatıldı. DSİ Genel Müdürlüğü bu işi, Ankara’daki bir özel şirkete ihale etti. Bu şirket; Orman, Ziraat, İnşaat Mühendisleri, Biolog, Hidrobiolog ve Botanikçi ile Mimardan oluşan bir kadroyu, ÇED Raporu hazırlaması için görevlendirdi. ÇED Raporu’nun hazırlanmasından sonra; ÇED Yönetmeliği’ne göre, Ovacık halkıyla Ovacık’ta toplantı yapılarak, halkın görüşleri alınacak ve rapora, son şekli verilerek rapor, onaylanacak. Sonra sıra, iş makinalarının Vadi’ye girmesine gelir.

Konaktepe Barajı’nın göl hacminin 450hm3 olduğunu biliyor musunuz?

Bu miktar suyun tutulmasının vadi ve çevresi için ne anlam ifade edeceğinin farkında mısınız ?

Bu gölde tutulacak suyun, Tunceli’nin yıllık su potansiyelinin yedide biri kadar olduğunu biliyor musunuz ?

Gölün, nereleri su altında bırakacağının farkında mısınız?

Ovacık halkı, bütün bunları biliyor mu? Eğer bilmiyorsa, siz neredesiniz? Neden halka gidip, karşı karşıya bulundukları “tehlike”yi, onlara anlatmıyorsunuz? Ovacık halkı gerçeği bilmezse, yarın ÇED Raporu kendilerine sunulduğunda nasıl doğru tavır alabilir? O zaman halkı mı sorumlu tutacaksınız, yoksa halkın “onay” vermiş görüneceği bir projeye karşı çıkmaktan mı vaz geçeceksiniz?

Politikacılar, barajın “faydaları”nı anlatmakla bitiremiyorlar. Politikacıların, varlıklı dostları da baraj vesilesiyle daha da zengin olmak için ayaktalar. Ve onlar, şimdi Ovacık’talar, yarın da orda olacaklar. Siz, keyfinize bakmaya devam edin...

Yeni bir haber! İsteyen üzülsün, isteyen sevinsin. Hatta sevinmek isteyenler, tercih ederlerse tepinsin... Tunceli’deki bütün suyun hidroelektrik üretim potansiyeli 1571 GWh/yıl’dır. Devlet, 8 baraj ve HES’ten oluşan Munzur Projesi ile şimdilik bu potansiyelin 1456GWh/yıl bölümü için inşaat başlatmış, kesin proje yapmış ve master plan hazırlamıştır. Geri kalan 115GWh/yıl enerji üretim potansiyelinden de elektrik enerjisi üretilmesi, programa alındı. Böylece Tunceli’deki su potansiyelinin %100’ü baraj göllerinde toplanacaktır.

Peki devlet, kötümü yapıyor?

Devlet, kötü ve yanlış iş yapar mı?

Yurttaşlar, devletten kötü iş yapmasını beklemezler, hatta buna inanmak bile istemezler. Yurttaşın böyle düşünmesi hiçte yadırganmamalı. Çünkü devletin “varlık sebebi” gözetildiğinde, O’ndan sadece “iyi”, “doğru” ve “faydalı” iş yapması beklenir.

Acaba devlet yanılmaz mı ?

Diğer konular bir yana, Türkiye’de su ve enerji ile havza yönetim stratejilerinin bulunmadığını belirtmek zorundayım. Bunun sonucunda devletin gerçekleştirdiği “kalkınma amaçlı” bir çok projenin; Türkiye’nin su kaynakları dahil, doğal varlıklarını ve arkeolojik eserlerini yok ettiği, yıkıma uğrattığı yaşanan bir olgudur. Öyle ki yapılanlar yetmezmiş gibi şimdi de Munzur, Çoruh, Çine, Zap, Fırtına Vadileri ile Dicle Havzası, “tehlike” altındadır. Kalkınma amaçlı yatırım planlamaları nedeniyle Türkiye Coğrafyası’ndaki, 10.000’in üzerinde arkeolojik yerleşme, “tehdit” altındadır.

Yıkmaya, yok etmeye nereye kadar devam edebileceğiz?

Korkarım, her şeyi bitirene kadar.

Sonra ne olacak?

İçinde yaşanacak bir coğrafyanız kalmazsa, fabrikalarınız, barajlarınız, santralleriniz neye yarar ? Ya da yalnız bunlarla yaşayabilir misiniz?

Artık anlamamız gerekiyor ki, su potansiyelimiz; çok önemli bir “stratejik avantaj” olduğu halde, “suyla oyunumuz”u yanlış sürdürürsek, bu potansiyel, “stratejik tehlike”ye de dönüşebilir.

Besbelli ki insanın, yaşamak için enerjiye ihtiyacı vardır. Kaynağı, türü ve teknolojisi ne olursa olsun kalkınmak için de, yaşamak için de insanın, enerjiye ihtiyacı bitmeyecektir.

Ancak insan; çevreyi kirletiyorsa ya “doğru enerji” kullanmıyor ya da “enerjiyi doğru” kullanmıyor. Nitekim dünyanın bu gün karşı karşıya bulunduğu paradokslardan biri de sanırım budur. “Öteki değerler”i sonsuza kadar tüketerek yaşamak, hatta belki de enerji üretmek bile mümkün olamayacağına göre, insanlığın; enerji elde edeceği kaynağı, kullandığı enerji türünü, onun tüketim ve iletim biçimlerini yeniden değerlendirmesi gerekiyor. Bu değerlendirme, insanı; ister istemez, hangi kaynaklardan, ne tür enerji elde etmesi gerektiğini, başka bir ifadeyle “çevre değerleri” ile “çevre ekonomisi”ni koruyarak nasıl yatırım yapabileceğini, bununla birlikte enerjiyi nasıl kullanması gerektiğini araştırıp bulmaya götürür. Bugün dünyada artan oranda kabul edilen düşünceye göre çevrenin korunması sorunu, yüzyılımızın temel sorunlarından biridir. Bu nedenle dünya; artık yalnızca kalkınmayı değil, “sürdürülebilir kalkınma”yı amaç edinmektedir.

Munzur Projesi planlanırken de uygulanırken de Munzur’un “çevre değerleri” ve “çevre ekonomisi” gözetilmemiştir. Halbuki Munzur’un “çevre ekonomisi”, 8 barajdan elde edilmesi umulan yıllık seksen milyon doların çok üstünde bir potansiyel değerdir. Üstelik Munzur’un çevre ekonomisi için yapılacak planlamaların maliyeti, barajlar için yapılacak harcamadan daha düşüktür. Munzur Doğası aynen korunursa, sonsuz sürede ekonomik değer taşır. Halbuki barajların ömrü 50-70 yılla sınırlıdır. Bütün barajların göl alanları bu süre sonunda bataklığa dönüşür. Öyleyse Tunceli’yi kalkındırarak orada yaşayan insanların gelir kaynaklarını arttırmak ve yaşam standartlarını yükseltmek isteniyorsa, Tunceli’nin doğasını olduğu gibi korumak, O’nun dağlarından, mağaralarından, göllerinden, kaplıcalarından, içmelerinden, akarsularından, vadilerinden, yaylalarından, içsu canlılarından, bitki örtüsünden ve mesire yerlerinden yararlanmak, bu alanlarda yatırım yapmak gerekiyor.

Baraj ve HES’lerin inşa edilmesi halinde tutulacak su miktarı, 1162hm3’tür. Tunceli’nin yıllık su potansiyeli ise, 3114hm3’tür. Rakamlar, ilin yıllık su potansiyelinin %37.3’ün baraj göllerde tutulacağını göstermektedir. Bu durum; Tunceli’de atmosfer dengesini bozar ve Tunceli’nin iklimini değiştirir. Herhangi bir coğrafyadaki iklim değişirse, o coğrafyanın bitki örtüsü de değişir ve orada yaşayan yaban hayvanları ile içsu canlıları da yok olur. Kısaca Tunceli’deki “çevre ekonomisi” yok olur. O durumda Tunceli’de insanlar nasıl yaşayabilir? Siz, insanları, Munzur’dan “bir tas su içmeye” davet edebilir misiniz? Oraya geleceklere, hangi suyu içireceksiniz?

Bugün Türkiye ve dünya, Tunceli Coğrafyası ile Tunceli halkının, Munzur Barajlar Projesi nedeniyle karşı karşıya bulunduğu “yakın tehlike”den haberli değil. Bırakınız Türkiye’yi ve dünyayı, Ovacık halkı dahi “tehlike”nin farkında değil. Bu durum kimin “marifeti”? Suç kimin?

Kendinizin ve birbirinizin etrafında dönerek, birbirinizi “dolanarak” sızlanmanın, bu tehlikeyi bertaraf edebileceğine mi inanıyorsunuz?

Munzur Barajlar Projesi’nin yarattığı “mevcut” ve “yakın” tehlike; Tunceli doğasını yıkıma uğratacak nitelikte olduğundan, halkını da “sürgün” edecek bir tehlikedir. Halkın, bu tehlikenin farkında olmamasının sorumlusu, “bilenler”dir. Bu gün, bu tehlike karşısındaki “duruş”, ayırt edicidir. İnsan hayatının en yüksek “değer” olduğuna inandığım için size, “hayat veren topraklara” sizin de “bir hayat borçlu” olduğunuzu söylemiyorum ama, o topraklara, hayatınız boyunca borçlu olduğunuzu hatırlatıyorum.


M.CANO
***

BARAJLAR PROJESİ
MUNZUR’UN DOĞASINI YIKIMA UĞRATIR
İNSANLARINI SÜRGÜN EDER

Yazının başlığı, sonunu özetlemektedir.

Sonunda söylenmesi gerekeni, neden başında söyledim?

Çünkü Tunceli doğası ile Tunceli’de yaşayan ve yaşayacak insanlar, büyük bir tehlike ile karşıkarşıyadır.

Çünkü Tuncelili; ya yarın yaşanacak bir coğrafyaya, ya da cehenneme sahip olacaktır.

Çünkü böylesine bir tehlike ancak, bütün boyutlarıyla görülerek anlaşılabilir.

Çünkü tehlikenin varlığı ve büyüklüğü, olduğu gibi görülürse onu gidermek amaç edinilebilir ve bu amaca ulaşılabilir.

Amacın büyüklüğü ile gerçekleştirilmesindeki güçlük; herşeyden önce tehlikenin büyüklüğünden ve devletin, “Munzur Projesi” adı altında toplanan enerji amaçlı barajları yapmak istemesindeki kararlılığından doğmaktadır. Nitekim Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 21 Mayıs 2001 Tarihli cevabi yazısından anlaşılmaktadır ki, Munzur Projesi kapsamında yeralan ve Munzur Vadisi’nde yapımı planlanan Konaktepe I ve Konaktepe II HES Projeleri’nin gerçekleştirilmesi işi; “Türkiye-ABD” arasında imzalanan Hükümetlerarası Ortak Bildiri uyarınca Bakanlar Kurulu Kararı’yla Türk ve ABD firmalarından oluşan bir konsorsiyuma verilmiştir. “Konsorsiyumla yapılan müzakerelerin sonuçlandırıldığı, taslak sözleşme ve fiyatın Enerji Bakanlığı oluru ile Hazine Müsteşarlığı’na gönderildiği” de aynı yazıyla bildirilmiştir.

Görülüyor ki, Munzur’un doğasını yokederek, burayı yaşanmaz hale getirecek olan projenin sahiplerinden biri de artık “ezeli” ve “ebedi” dostumuz (!) Sam Amca.

Peki acaba ben mi yanılıyorum, yoksa devletin ilgili kurumları mı?

Bu sorunun yanıtı; Munzur Projesi adı altında toplanan barajlarla üretilmesi planlanan elektrik enerjisi miktarına, bu miktar enerjinin bütün Türkiye’de hidrolik kaynaklardan elde edilen elektrik enerjisi miktarı içindeki payına ve projenin; ormanlara, bitki örtüsüne, yaban hayata, içsu balıklarına, iklime, hayvancılığa, arıcılığa, turizme ve insana ilişkin sonuçlarına göre verilebilir.

Proje kapsamında yeralan hidroelektrik santrallerin tümünün kurulu gücü 358,45 MW’tır.

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün 2000 Yılı verilerine göre bütün Türkiye’de devrede bulunan hidroelektrik santrallerin kurulu gücü 37.079 MW’tır. (Buna karşılık hidroelektrik enerji potansiyeli 123.040 GWh’tır)

Munzur Projesi ile üretilmesi hedeflenen enerji, Türkiye düzeyinde hidrolik kaynaklardan elde edilen enerjinin % 0,9’undan (binde dokuz) ibarettir.

Tunceli İli’nin yıllık su potansiyeli 3.114,2 hektometreküptür. Hidroelektrik enerji üretim potansiyeli ise 1.571 GWh’tır.

Master plan aşamasında olan, kesin projesi yapılmış bulunan ve inşaatı devam eden santrallerin hidroelektrik enerji üretim potansiyeli 1304,4 GWh/yıl’dır. Verilerden, Tunceli’nin toplam hidroelektrik enerji potansiyelinin % 100’ünün kullanımının hedeflendiği anlaşılmaktadır.

Öteyandan, kanal tipinde yapımı devam eden ve uzunluğu 10.115 metre olan Mercan Hidroelektrik Santrali hariç, diğer barajların depolama hacmi 1.162,5 hetrometreküptür. Bunun anlamı; ilin yıllık su potansiyelinin % 37,3’ünün baraj rezervuarlarında tutulmasıdır.

İster sulama ve içme suyu temini, isterse enerji amaçlı olsun, dünyadaki ve Türkiye’deki uygulamalar göstermiştir ki suyu tuttuğunuz anda “ahlak”ı bozuluyor. Öyleki, bir yandan kirleniyor ve daha önce hayat verdiği canlıları yokediyor, bir yandan kendisini besleyen kaynakları kurutuyor ve yeraltı sularını kaçırıyor. Sonuçta, elinizde balçıklaşmış bir zemin kalıyor. Bu sonuç, elli ile yetmiş yılda meydana geliyor.

Yeri gelmişken, bütün Türkiye bakımından “su”dan ve “suyla oyun”umuzdan kısaca sözetmem gerekiyor:

Türkiye, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar kaynak suları, yeraltı suları, akarsular, kara suları ve göller bakımından en yüksek potansiyele sahip olan ülkedir.

Türkiye’nin suya dayalı ekonomik, sosyal ve stratejik hedefleri vardır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak aynı durum; Türkiye’yi bu yüzyılın büyük avantajları ve sorunlarıyla da karşı karşıya getirmektedir. Nitekim, “su”; bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de, özellikle Orta Doğu’da petrolün üstünde bir önem ve değer kazanmaya başlamıştır.

Su kaynaklarının kullanılmasındaki teknolojik gerilikler ile hükümetlerin uygulama yanlışlıkları ve bütün ülkeler tarafından kabul edilmiş uluslararası bir su rejiminin olmaması; suyun önemini arttırmakta, hatta O’nu, “tehlikeli” hale getirmektedir.

Türkiye’nin yıllık yağış hacmi 501 milyar m3’tür. Bunun akışa geçen kısmı 186 milyar m3’tür. Yeraltı suları ve diğer ülkelerden Türkiye’ye intikal eden sularla birlikte yenilebilir tatlısu potansiyeli 205 milyar m3’tür. Yapılan teknik ve ekonomik değerlendirmelere göre farklı amaçlarla tüketilebilecek yüzey ve yeraltı suları, yıllık 110 milyar m3’tür.

Türkiye’nin yıllık su tüketimi 39 milyar m3’tür. Bunun; 6 milyar metreküpü yer altı sularından, 26.4 milyar metreküpü ise barajlardan elde edilen sularla temin ediliyor.

Tüketilen suyun 29 milyar metreküpü sulamada, 5.7 milyar metreküpü içme ve kullanmada, 4 milyar metreküpü ise endüstriyel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılmaktadır.

Türkiye yüzölçümünün 1/3’üne tekabül eden 28.05 milyon hektarlık ekilebilir arazinin 25.85 milyon hektarlık kısmı sulanabilir arazidir. Bu arazinin 8,5 milyon hektarı, ekonomik olarak sulanabilir arazi olduğu halde sulanabilen araziler toplamı 4.8 milyon hektardan ibarettir. Projeli olarak sulanan 3,5 milyon hektarlık tarım alanının yalnızca 2.5 milyon hektarlık kısmı, barajlarda düzenlenen sularla sulanmaktadır.

2000 Yılı başı itibariyle Türkiye’nin 110.526 GWh olan elektrik enerjisi tüketiminin yalnızca 38.000 GWh’lik bölümü (% 34.3) hidroelektrik santrallerden karşılanmaktadır.

İnşaatı devam etmekte olan 37 adet HES projesinin toplam kurulu gücü 4.190 MW, üreteceği elektrik enerjisi miktarı ise 13.578 GWh’tır.

Türkiye’de bugüne kadar sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve enerji amaçlı, 195 adedi büyük, 940 adedi küçük olmak üzere toplam 1135 baraj, işletmeye açılmıştır. 107 adedi büyük olmak üzere 135 adet barajın inşaatı sürüyor. 47 barajın projesi tamamlandı, 47’sinin ise proje çalışmaları devam etmekte. Ayrıca 485 adet Hidro Elektrik Santral Projesi’nin geliştirilmesi planlanmıştır.

Rakamlardan anlaşılacağı gibi Türkiye’de su, olağanüstü ölçüde önemli ve büyük bir değerdir. Devletin, bu büyük kaynağı; sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve elektrik enerjisi üretmek amacıyla değerlendirmesi gerekir.

Devletin bu alandaki tercihi; temiz içme suyu elde etmek ve bu nitelikte suyun potansiyelini korumak, tarımsal alanları sulamak amaçlı su üretmek ve sudan elektrik enerjisi elde etmekten ibaret kalmıştır. Halbuki, suyla birlikte ve aynı zamanda su kadar önemli olan “öteki” değerler de vardır. Üstelik, su esas alınarak yürütülen bütün bayındırlık faaliyetleri, kaçınılmaz olarak “öteki değerler”i; olumlu ya da olumsuz etkilemektedir. Öteki değerlerden kastım; her şeyden önce “suyla oynayan” insan, doğa, çevre ve kültürel mirastır.

Modern düşünceye göre ekonomi ve ekoloji birbirinden ayırdedilemez.

Ekonomik faaliyetlerin, doğayı bozması ve çevreyi kirletmesi mümkündür. Bu durumun; insan dahil bütün canlıların hayatlarını sağlıklı ortamda sürdürmesini zorlaştırdığı, hatta imkansızlaştırdığı söylenebilir. “Kalkınma amaçlı” bayındırlık faaliyetlerinin “yıkım” aracı haline geldiği görülmüştür. Bu nedenlerle doğanın ve çevrenin korunması; günümüzün olduğu kadar yüzyılın da temel sorunlarından biridir. Yavaş yavaş sorunu kavramaya başlayan “insanlık” ve uluslararası toplum, bu konuda duyarlı olmaya ve çeşitli önlemler almaya başlamıştır. Çünkü gerçekten bütün dünyada ve ülkemizde “koruyarak kalkınma” modeli geliştirilemezse insanlığın “suyla oyunu”, dünyayı yaşanamaz hale getirmekle son bulacaktır. Nitekim ülkemizdeki uygulamada doğa, çevre ve kültürel miras hemen hemen hiç gözetilmediği için Türkiye Coğrafyası; Keban’dan Kargamış’a kadar olan yüzeyde Fırat Irmağı ile uygarlık havzasını, bu havzadaki yerleşim ve tarım alanlarını, bitki örtüsünü, hayvan çeşitlerini ve arkeolojik değerleri yitirmiştir. Ilısu Cizre Baraj ve HES Projesi’nin mevcut haliyle uygulanması durumunda Dicle Irmağı’nı ve onun uygarlık havzası ile bu havzada yeralan Hasankeyf dahil 215 tarihsel yerleşim alanını da yitirecektir. Keza Dilek Güroluk, Orta ve Yukarı Çoruh, Çine ve Yortanlı ile Zap ve Munzur Projeleri, -yargı kararlarına ve bilim çevrelerinin uyarılarına rağmen- uygulanırsa Allianoi ile Marsias antik kentlerini, Fırtına, Çoruh, Zap ve Munzur Vadileri’ni de yitirecektir. Doğayı yıkıma uğratması ve kültürel mirası sulara gömmesi dışında bu uygulamaların, onbinlerce insanı yerinden ederek, çeşitli acıların içine sürüklediği de bilinen tirajik sonuçlardan biridir.

Türkiye; koruyarak kalkınma modellerini, seçeneklerini geliştirmek zorundadır. Aksi halde insanımızın, yarın yaşanacak bir ülkeye sahip olma seçeneği kalmayacaktır.

Bugün, burada İkinci Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında yeralan “Barajlar ve Çevre Sorunu” hakkındaki düşüncelerimizi açıklamak için bulunduğumuzdan, “Munzur Projesi”nin; doğal kültür ve yaşam kültürüne ilişkin sonuçları üzerinde daha ayrıntılı durmak gerekiyor:

Munzur Projesi’nin uygulanması halinde iklimin değişeceği -proje verileri gözetilerek- İstanbul Teknik Üniversitesi Atmosfer ve Uzay Bilimleri öğretim üyesi ve Meteoroloji Mühendisleri Odası Marmara Bölge Temsilcisi Doç. Dr. Mikdat Kadıoğlu tarafından rapora bağlanmıştır.

Bu rapora göre; “büyük baraj göllerindeki su kütlelerinin topraktan farklı olan termal özellikleri, barajların su tutmaya başlamadan öncekine kıyasla çevresinde daha serin yaz ve daha ılıman kışlara sebep olur... Bölgedeki hakim rüzgar yönünde bir farklılığa ve rüzgar şiddetinde de belirgin bir artışa neden olur. Su ve havanın farklı su buharı basınçları nedeniyle göl yüzeyinden karalara doğru büyük miktarda nem transferi olur, havadaki nemin artmasıyla bölgede sis ve don olaylarında, göl etkisinden dolayı da kar yağışında ve çığlarda büyük artışlar görülür.”

“Munzur Proje bölgesi gibi oldukça karasal iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerde büyük su yapılarının ortaya koyduğu vaha etkisi, bölgedeki su dengesini ve iklimi de değiştirebilmektedir.”

“Nitekim Keban ve Seyhan baraj göllerinin iklime etkisi incelenmiş olup, 1975 yılından sonra iklimin değiştiği bilimsel olarak saptanmıştır.”

“...Son yüzelli yılda dünyada gittikçe artan miktarda tüketilen fosil yakıtları, diğer kaynaklardan atmosfere salınan gaz ve parçacıklar nedeniyle dünya atmosferinin kimyasal bileşeninde önemli değişimler gözlenmiştir. Bunların oluşturduğu sera etkisi de küresel ısınma problemini ortaya çıkarmıştır. Benzer şekilde orman ve yeşil alanların da yokedilmesi atmosferik çevrede geriye dönüşümü olmayan değişimlere neden olabilmektedir.”

“Uluslararası iklim değişimi projesinin 1990 yılında yayınladığı İklim Değişimi Etki Raporuna göre Munzur Projesi gibi kurak ve yarı kurak bölgelerin iklimlerindeki küçük değişimler, yağış rejimini değiştirerek.... önemli problemlere neden olabilecektir.”

“Munzur Projesi’nde, küresel ısınma sonucu tarımın gelişimini nasıl etkileyeceği de gözönüne alınmalıdır.”

“Genel sirkülasyon modelleri ile oluşturulan iklim senaryolarına göre Güney Avrupa ile Akdeniz bölgesi ve Munzur proje bölgesi için 21. yüzyılın başlarında alt tropiklerdeki yüksek basınç kuşağı genişleyerek sıcak ve kuru hava proje bölgesini de etkileyecek şekilde kuzeye doğru genişleyecektir. Munzur proje bölgesi ile birlikte kuzey Akdeniz ülkelerinde 2030 yılına kadar 2 derece sıcaklık artışları ile birlikte kış aylarında yağışların çok az artacağı, yaz aylarında ise önemli derecede azalacağı görülmektedir. Bunun sonucu olarak da bu enlemlerde tarımsal üretimde büyük kayıplar ortaya çıkacağı hesaplanmaktadır.”

“Yerel iklim ve yağış değişimi hakkındaki bulgular, bizi uyarmaktadır. Öteyandan dünyadaki küresel iklim değişiminden, Türkiye ve Munzur Proje bölgesini soyutlamak mümkün değildir.”

Munzur Projesi ile ilgili devletin hazırladığı bir iklim raporu yoktur.

• Projenin uygulanması halinde, Munzur doğasının zengin florası yokolacaktır. Bilimsel araştırmalara göre bu havzada yeralan karakteristik endemik türler, (Erysimum, Graellsia, Hymenophysa, Didymophysa, Delphinium, Astargalus, Pistacia, Heliotropium, Verbascum ve Echinops) ile zengin familyalar (Fabaceae, Asteraceae, Brassicaceae, Lamiaceae, Caryophyllaceae ve Poaceae) ve cinsler (Asrtagalus, Trifolium, Alyssum, Silene ve Vicia) tükenecektir.

• “Fırat havzası meşe ormanları binlerce yıldan beri süregelen tahrip sonucunda önemli oranda ortadan kalkmış” olmasına rağmen Munzur doğasındaki zenginliğini ve yoğunluğunu korumaktadır. Bilindiği gibi “bir ülkenin doğal zenginliklerinin başında gelen ormanlar, ekonomik önemlerinin yanısıra doğal denge içerisindeki rolleri ile de son derece önemlidir”. “Meşe türleri, iklimdeki karasallaşmaya rağmen bu koşullara iyi uyabilen geniş alanlar kaplamıştır. İç ve Doğu Anadolu’daki ormanların ortadan kalkmasında iklim değişmelerinin rolü vardır. Munzur coğrafyasında beş farklı meşe türü, orman toplulukları oluşturmuştur. Meşe, gerek yapı malzemesi gerekse endüstriyel hammadde kaynağı olarak da büyük önem taşır. Meşe, yüksek sürgün verme yeteneğine sahip bir ağaçtır. Meşeye gerekli önemin verilmesi, Anadolu’nun pekçok yerinde olduğu gibi Fırat Havzası’nda da ormansızlaşmayı büyük oranda önleyecektir. 1970’li yıllarda ortaya atılan ve çeşitli araştırmacılar tarafından da desteklenen bir fikre göre yurdumuzun Gümüşhane-Tunceli-Maraş-Amanos dağları arasında uzanan ve Anadolu Diagonali denen bir hattın doğu ve batısında yetişen bitki türleri farklılık gösterirler. Anadolu Diagonali, Yukarı Fırat Havzası’nın hemen doğusunda yeralmaktadır. Diagonal’in her iki yakası arasındaki floristik farklılık, daha çok iklimsel ve topografiktir.”

• Doğu Anadolu’nun engebeli coğrafyası ve batıya göre daha yağışlı ve serin iklimi, bölgede yüksek dağ bitkilerinin yetişmesi ile birlikte dere yataklarıyla vadilerinde, “Akdeniz”li bitkilerin de yetişmesine imkan tanımaktadır. “Bu özellik, bölgenin florasını hem farklandırmakta, hem de zenginleştirmektedir. Fırat Havzası’nda ve Munzur doğasında erken çiçek açan endemik bitki türlerinin (Aracea, Liliaceae, Bellevalia, Fritillaria, Hyacinthus, Hyacinthella, Muscari, Scila, Tulipa, Crocus, Orcgidaceae, Dactylorhiza) yanında tıbbi bitkiler (Melissa officinalis/oğul otu, Melilotus officinalis/Taş yoncası, Mentha/nane, Thymus/kekik ve Verbascum/sığır kuyruğu türleri, Glycirrhiza glabra/meyan kökü, Berberis/kadın tuzluğu) ile kokulu bitkiler (Thymus, Cyclortichum, Calamintha, Salvia vb.) ve boya bitkileri (Isatis, Alkanna, Rubia vb.) çok zengin olarak bulunmaktadır. Ayrıca çayır, mer’a ve yem bitkileri (Leguminosae/baklagiller ile Giramineae/buğdaygiller) de yetişmektedir.

• Yukarı Fırat havzası ile Munzur doğasındaki 17 bitki türü; Pistacia terebinthus subsp. Palaestina/çedene-menegiç, Rhus coriaria/tetir-sumak, Aristolochia bottae/loğusa otu, Gundelia tournefortii/kenger, Alkanna megacarpa/yerenüğü-havaciva, Anchusa azurea, Azurea/tort-sığırdili, Onusma serceum/sarıot-dilyarasıotu, Viburnum opulus/gilebala-gilaburu, Ouercus spp./meşe-palamut, Ajuga chamaepitis subps. Laevigata/ürperyavşağı-meryemhort-sancıotu, alcea calvertii/hiro otu, Rheum ribes/okçun-ışkın, Armeniaca vulgaris/kayısı, Rosa canina/çalıgülü-gülburnu-yabanigül-kuşburnu, Rubus sanctus/böğürtlen, Alnus glutnosa subsp glutinosadır/kızılağaç-kızılkavak.

“Şimdiye kadar yapılan floristik çalışmalar sonucunda Elazığ ilinin florasının % 80’i, Tunceli ilinin % 60‘ı, Muş ilinin % 40’ı, Bingöl ilinin ise % 20’si bilinmektedir. Bu durum floristik kaynakların değerlendirilmesi açısından büyük bir kaybı ortaya koymaktadır.” Tunceli’de “tüm alçak ve yüksek bitkilerin tespit edilebilmesi için daha sık floristik, vejetasyon ve fitocoğrafik çalışmaların yapılması gerekir.” Keza “tespit edilen türlerin havza halkının faydalanmasına sunulması bakımından kullanım alanlarını belirleme çalışmaları yapılmalıdır.”

“Floramızın geleceği açısından en kısa sürede modern bir botanik bahçesi bir herbaryum, kurulması” ve Munzur Milli Parkı’nın genişletilerek korunması gerekir.”

• “Belirtilen bitkilerin yanısıra Munzur doğasında yetişen 60 çeşit kadar mantardan (Amanita, Boletus, Russula, Lycoperdon, Calvatia, Polyporus, Fomes, Morchella ve Pleurotus cinslerine ait türler) halkın daha çok yararlanması imkanları yaratılmalıdır. Ayrıca bu mantarlar, “dünyadaki kültüre alma” çalışmalarında yoğun bir ilgiye sahip olup, belirlenecek yöntem ile havzamızda daha çok yetiştirilmeleri mümkün olabilir.

Ne yazık ki coğrafyamızda bulunan akarsu ve göllerin mikrofitlerine ait floraları hakkında yapılmış hiçbir floristik çalışmaya rastlanmamıştır. “Rastlanan çalışmalar, floraları oluşturan tüm mikrofillere değil, bazı sınıflara yöneliktir.”

• “Fırat havzası ile Munzur’un içsularında zengin balık türleri (Mastacembelus simack-dikenli yılan balığı, Salmo trutta-alabalık, Salmo trutta macrostigma-dağ alabalığı, Cypripus carpio-sazan, Acanthobrama mirabilis-ulubat balığı, acanathobrama marmid-akçapak balığı, alburnoides bipunctatus-noktalı inci balığı, leiciscus cephalus-tatlısu kefali, leiciscus lepidus-akbalık, cyprinion macrostomum-beni balığı, garra rufa-yağlı balık, garra veriabilis-yapışkan balık, chondrostome regium-karaburun balığı, aspius vorax-sis balığı, tor grypus-bıyıklı balık (sabot), carossobarbus luteus-bizir, B. Plebejus lacerte-bıyıklı balık, barbus rajanorum-sirink, barbus capito- bıyıklı balık, B. Capito pectoralis-bıyıklı balık, B. Xanthopterus-maya balığı, B. Subquincuncinatus-bıyıklı balık, chalcalburnus mossulensis-gümüş balığı, capoeta capoeta-siraz balığı, capoeta trutta-çepiç/kara balık, copitis elongata bilseli-çöpçü balığı, nemacheilus tigris-çöpçü balığı, nemacheilus panthera-çöpçü balığı, nemacheilus insignis-çöpçü balığı, nemacheilus malapterurus-çöpçü balığı, nemacheimus argyrogramma-çöpçü balığı, turcinemacheilus kosswigi-çöpçü balığı, mystus halepensis-kedi balığı, glyptothorax armeniacus-iğneli balık, glyptothorax kurdistanicus-vantuzlu balık, aphanius cypris-dişli sazancık, parasilurus triostegus-fırat yayın balığı, mugil (liza) abu-kefal balığı yaşar. Munzur Çay’ında özellikle alabalık (salma trutta), kepenez ve dargın bal&
Omer (Ziyaretçi)
18.11.2007 18:05 (UTC)[alıntı yap]
"isuwa" yazdı:
M U N Z U R “ D A R D A ”
Evet, Munzur darda.
Niçin mi?
Devlet, Munzur Vadisi’ne sekiz baraj yapmaya karar verdiği için.
Yakında iş makineleri, Munzur Vadisi’ni eşelemeye başlayacakları için.
Sonra da önüne 125 m. yüksekliğinde duvar inşa edilerek Munzur’a hayat veren vadi suları, Munzur’u boğacağı için.
Mercan, Pülümür ve Munzur Vadileri göl haline gelirse; Munzur’un iklim dengesi alt üst olacağı için.
Akarsuları zaptedilmiş, vadileri suya boğulmuş, belki de gözeleri kurumuş ve iklimi alt üst olmuş Munzur’da, Avrupa’da bile değeri taktir edilen Çengel Boynuzlu ve Bezuvar Dağ Keçileri ile Ür Kekliği artık yaşamayacağı için.
Alabalık, kirlenip zehirlenerek boğulacağı için.
Yüze yakın köy ve komda yaşayan insanlar, göç etmek zorunda kalacakları için.
“Gurbet” ve “yaban el”e düşmüş Tunceliler’in geriye dönüş umudunu yok edeceği için.
Munzur’un suyu ile dağının hayat verdiği diğer canlılar, orman ve bitki örtüsü yok olacağı için.
Ve bütün bunların sonunda Tunceli’de hayatın temeli olan su ve dağın “ahlakı”” bozularak hayat “çekilmez” olacağı için, Munzur darda...

Peki Devlet, doğru bir şey mi yapıyor?
Kendi hesaplarına göre, evet.
Ama yanılıyor..
Neden mi yanılıyor?..

* Tunceli’de yaşayan insanların temel ekonomik faaliyetleri, arıcılık ve hayvancılıktan ibarettir. İlde, sanayi yoktur, ticaret ve hizmet sektörü ise gelişme halindedir. İlin coğrafi konumu ile topoğrafik yapısı bakımından yörede imalat veya ağır sanayi tesislerinin kurulması neredeyse imkansız olduğu gibi, rantabl da değildir. Buna karşılık yörenin olağanüstü düzeyde hayvancılık, arıcılık ile dağ-su-orman turizmi potansiyeli mevcuttur. Bu nedenle Tunceli’yi kalkındırarak, orada yaşayan ve yaşayacak olan insanların gelir kaynakları ile yaşam olanaklarını yükseltmek, bu arada ulusal ekonomiye artıdeğer katmak isteniyorsa öncelikle Tunceli’nin doğasını dokunulmaz kılarak, olduğu gibi korumak ve onun güzelliklerinden, dağlarından, mağaralarından, göllerinden, kaplıcalarından, içmelerinden, akarsularından, vadilerinden ve mesire yerlerinden; turizm, arıcılık ve hayvancılığın geliştirilmesi bakımlarından yararlanmak gerekir. Üstelik bu tür bir planlamanın teşvik edilmesi ile uygulamasına yönelik maliyetler, sözkonusu baraj ve HES’lerin (hidroelektrik santral) yapımı ile işletme maliyetlerinden daha düşük olur. Ayrıca turizm ile hayvancılık ve arıcılık faaliyetleri, sürekli faaliyetler oldukları halde baraj ve HES’lerin, sınırlı ömürleri vardır.
* Baraj projelerinin uygulanması halinde yeni yeni başlamış olan “geriye dönüş” süreci; kesintiye uğrayabileceği gibi, büyük çaplı yeni göçlere de neden olacaktır. Zira, Tunceli insanının yerleşik yaşam biçimi; su ve dağın sunduğu olanaklarla belirlendiği gibi, bunlar olmadan da devam edemez.

* Munzur Vadisi, 1971 yılında Ulusal Park olarak ilan edilmiştir. Bu vadi; estetik ve bilimsel bakımdan istisnai düzeyde evrensel değerlere sahip olan fiziki ve biyolojik bir oluşumdur. Bu niteliğinden ötürü de;
- Anayasa’nın 63. maddesi ile Doğa ve Çevre Mevzuatı’na,
- Türkiye’nin onaylamış bulunduğu 16 Kasım 1972 tarihinde yapılan UNESCO’nun XVII. Genel Kurulu’nda kabul edilmiş olan Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme hükümlerine,
- Türkiye’nin üyesi olmak sürecine girmiş bulunduğu AB’nin Çevre Kriterleri’ne,
göre olduğu gibi korunması gerekmektedir.

* Tunceli Bölgesi’nde arkeolojik araştırma yapılmamış olmasına rağmen, Keban Baraj Gölü Havzası’nda yapılmış olan araştırmalar sırasında Pulursak Yolu Kazısı’nı yapan Sayın Kılıç KÖKTEN’in; çevrede sürdürdüğü yüzey araştırmaları sırasında çok sayıda paleotik döneme ait çeşitli kaya sığınakları, işlik yerleri ve düz yerleşmeler saptanarak, bölgenin, paleotik dönem (yontmataş çağı açısından çok zengin olduğu vurgulandığından, yörede arkeolojik yüzey araştırmaları yapılmadan sözkonusu projelerin uygulanmaması gerekir. Zira, yapılabilecek arkeolojik tespit ve tescillerin gerekli kılması durumunda, hem Ulusal Mevzuatımız, hem de Türkiye’nin katılmış bulunduğu Arkeolojik Mirasın Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi uyarınca sözkonusu projelerin uygulanmaması kaçınılmaz olabilir.
* Devletin; Munzur Projesi kapsamındaki baraj ve HES’lerin tümünden elde etmeyi amaçladığı yıllık enerji miktarı 362 MW’tır. Bu miktar enerji, 2000 Yılı itibariyle hidrolik kaynaklarımızdan elde edilen toplam 37.079 MW’lık enerjinin % 09.7’si kadardır.
Bizler; ülkemizin ekonomik kalkınmasına ve kalkınmanın temel girdilerinden olan enerji üretimine, enerjinin hidrolik kaynaklarımızdan elde edilmesine karşı çıkamayacak kadar yurt ve insan severiz. Nevar ki Türkiye’nin, -tıpkı tarihsel miras için olması gerektiği gibi-, doğal kaynak ve zenginliklerini koruyacak bir kalkınma modeli geliştirmesini istemek de yurtseverlik olsa gerek. Üstelik, koruyarak kalkınmayı amaçlayan model geliştirilmesini istemek; yurdumuzun ve insanımızın “dün”ünü, “bugün”ünü ve “yarın”ını aynı zamanda sevmektir.
Murat CANO / Hukukçu

***

TÜRKİYE’DE SU VE “ÖTEKİ” DEĞERLER

YA YARIN YAŞANACAK BİR ÜLKEYE
YA DA CEHENNEME SAHİP OLACAĞIZ


“Modern” düşünceye göre ekonomi ile ekoloji birbirinden ayırt edilemez.

Ekonomik faaliyetlerin “doğayı bozması ve çevreyi kirletmesi” mümkündür. Bu durum; hayatın sağlıklı ortamda sürmesini zorlaştırabilir, hatta yok edebilir.

“Kalkınma amaçlı” bayındırlık faaliyetlerinin yıkım aracı haline geldiği görülmüştür. Bu nedenlerle doğanın ve çevrenin korunması, günümüzün olduğu kadar, yüzyılın da temel sorunlarından biridir.

İnsanlığın bugün bu konuda göstereceği duyarlılığa ve uluslararası toplumun alabileceği önlemlere göre ya yarın yaşanabilecek bir dünyaya ya da cehenneme sahip olacağız.

Eğer cehenneme sahip olursak insanın, “suyla oyunu” öylece son bulacaktır.

Aynı seçenekler, ülkemiz ve insanımız için de geçerlidir.

Konumuz “su” olduğu için biraz Türkiye’deki sudan söz etmek gerekiyor:

Türkiye, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar kaynak suları, yer altı suları, akarsular, kara suları ve göller bakımından en yüksek potansiyele sahip olan ülkedir.

Türkiye’nin, suya dayalı ekonomik, sosyal ve stratejik hedefleri vardır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, aynı durum; Türkiye’yi bu yüzyılın büyük avantajları ve sorunlarıyla da karşı karşıya getirmektedir. Nitekim, “su”; bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de, özellikle Orta Doğu’ da da petrolün üstünde bir önem ve değer kazanmaya başlamıştır.

Su kaynaklarının kullanılmasındaki teknolojik gerilikler ile hükümetlerin uygulama yanlışlıkları ve bütün ülkeler tarafından kabul edilmiş uluslararası bir su rejiminin olmaması; suyun önemini arttırmakta, hatta O’nu “tehlikeli” hale getirmektedir.

Türkiye’nin yıllık yağış hacmi 501 milyar m3’tür. Bunun akışa geçen kısmı 186 milyar m3’tür. Yeraltı suları ve diğer ülkelerden Türkiye’ye intikal eden sularla birlikte yenilebilir tatlı su potansiyeli 205 milyar m3’tür. Yapılan teknik ve ekonomik değerlendirmelere göre farklı amaçlarla tüketilebilecek yüzey ve yeraltı suları, yıllık 110 milyar m3’tür.

Türkiye’nin yıllık su tüketimi 39 milyar m3’tür. Bunun; 6 milyar metreküpü yer altı sularından, 26.4 milyar metreküpü ise barajlardan elde edilen sularla temin ediliyor.

Tüketilen suyun 29 milyar metreküpü sulamada, 5.7 milyar metreküpü içme ve kullanmada, 4 milyar metreküpü ise endüstriyel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılmaktadır.

Türkiye yüzölçümünün 1/3’üne tekabül eden 28.05 milyon hektarlık ekilebilir arazinin 25.85 milyon hektarlık kısmı sulanabilir arazidir. Bu arazinin 8,5 milyon hektarı, ekonomik olarak sulanabilir arazi olduğu halde sulanabilen araziler toplamı 4.8 milyon hektardan ibarettir. Projeli olarak sulanan 3,5 milyon hektarlık tarım alanının yalnızca 2.5 milyon hektarlık kısmı, barajlarda düzenlenen sularla sulanmaktadır.

Türkiye akarsularının toplam kurulu gücü 34.740 MW’tır. Buna karşılık hidroelektrik enerji potansiyeli 123.040 GWh’dir.

Türkiye’nin 1999 Yılı sonu itibariyle 110.526 GWh olan elektrik enerjisi tüketiminin yalnızca 38.000 GWh bölümü (%34.3) hidroelektrik santrallerden karşılanmaktadır. İnşaatı devam etmekte olan 37 adet HES projesinin toplam kurulu gücü 4.190 MW, üreteceği elektrik enerjisi miktarı ise 13.578 GWh’dir.

Türkiye’de bugüne kadar sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve enerji amaçlı, 195 adedi büyük, 940 adedi küçük olmak üzere toplam 1135 baraj işletmeye açılmıştır. 107 adedi büyük olmak üzere 135 adet barajın inşaatı sürüyor. 47 barajın projesi tamamlandı, 47’sinin ise proje çalışmaları sürmekte. Ayrıca 485 adet Hidro Elektrik Santral projesinin geliştirilmesi planlanmıştır.

Rakamlardan anlaşılacağı gibi Türkiye’de su, olağanüstü ölçüde önemli ve büyük bir değerdir. Devletin, bu büyük kaynağı; sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve elektrik enerjisi üretmek amacıyla değerlendirmesi gerekir. Devletin bu alandaki tercihi; temiz içme suyu elde etmek ve bu nitelikte suyun potansiyelini korumak, tarımsal alanları sulamak amaçlı su üretmek ve sudan elektrik enerjisi üretmekten ibaret kalmıştır. Halbuki, suyla birlikte ve aynı zamanda su kadar önemli olan “öteki” değerler de vardır. Üstelik insanın suya olan gereksinimi nedeniyle suya dayalı olarak yürütülen bütün bayındırlık faaliyetleri, kaçınılmaz olarak “öteki değerler”i; olumlu ya da olumsuz etkilemektedir. Öteki değerlerden kastım; her şeyden önce “suyla oynayan insan” ile doğa, çevre ve kültürel mirastır.

“Kültürel Miras”; UNESCO ile Avrupa Konseyi öncülüğünde imzalanan sözleşmelere göre, “tarih, sanat veya bilim açısından istisnai evrensel değerdeki mimari eserler, heykel ve resim alanındaki şaheserler, arkeolojik nitelikteki eleman veya yapılar, kitabeler, mağaralar, eleman birleşimleri, yapı toplulukları ve sitler”dir.

Bu belgelere göre kültürel miras; “insanlığın ortak anı kaynağı”dır ve “bilimsel, tarihi araştırma gerecidir”.

Tanımın unsurlarından anlaşılacağı gibi, arkeolojik miras; yalnızca “eser” olmayıp, aynı zamanda “veri”dir. Öyleyse çeşitli alanlardaki bayındırlık faaliyetleri sonucunda yok olan, yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan ya da bu nitelikteki “potansiyel tehlike” altında bulunan şey; “insanlığın ortak anı kaynağı” olan değerler ile “dün”e ilişkin bilgi edinme imkanını sağlayan verilerdir. Bu bakımdan, her arkeolojik değerin yok edilmesiyle birlikte, insanlığın; dün hakkında bilimsel ve tarihi bilgi edinme imkanı da yok edilir.

İnsanın bilgi edinme hakkı ile bu bilgiyi geleceğe aktarma ödevi; “insani” olduğu kadar, evrensel nitelikte bir hak ve yükümlülüktür. Bilgi edinme hakkı engellenen insanın gelişmesi ve dünya ölçeğinde bir tarih bilincine ulaşması, bu yolla kendisini dünyalı hissederek “diğeri”yle birlikte bir arada ve barış içinde yaşaması da engellenmiş olur. Çünkü, insan denilen varlık; dünü ve bugünü kendinden ibaret olarak ve kendisi kadar algılarsa, “öteki” herhangi bir değer ifade etmez. O zaman da ne ötekinin düne ait değerlerini ve verilerini korumak ihtiyacı duyar, ne de “öteki”ne yarın içinde varolma hakkı tanır. Böylece, insanlığın ortak bir dünü ve ortak bir yarını olmaz. İnsan, “öteki”ni ve “önceki”ni tanıyamaz. Herkes; kendinden ibaret ve kendisi kadar yoksul bir birey olarak kalır. Bu durum, sosyolojik olarak insanlık değerlerinin oluşmasını da zorlaştırır.

Çağımız; “bilgi çağı”dır. “Bilgi Teorisi”ne göre, yeni bilgi üretmek, veriye ulaşmakla mümkündür. Veri yok edilirse bilgiye ulaşmak imkanı da yok edilmiş olur. Öyleyse kültürel mirası yok eden ya da yok etme tehlikesi yaratan her faaliyet, “çağdışı” bir faaliyettir.

Doğanın dengesini bozarak ekolojik sorunlar yaratan ve kültürel varlıkları yok eden her bayındırlık faaliyeti, hayatın sağlıklı ortamda sürmesine ve insanın düne ilişkin bilgi edinme hakkına yöneltilmiş ağır bir saldırıdır. Aynı faaliyetler, yarattıkları sonuçlar bakımından insanlığın bir arada barış içinde yaşama bilincinin gelişmesini kesintiye uğratmakta ve hatta bölgesel olarak bozmaktadır.

Bu faaliyetlerin tehdit ettiği haklar, insanın temel haklarındandır ve uluslararası toplumun koruması altındadır. Herhangi bir ülkenin ulusal mevzuatının, bu hakları korumamış, ya da bunların özüne dokunacak düzenlemeler yapmış olması; bu hakları ortadan kaldırmaz. İnsan, her durumda; yurttaşı olduğu devletten ve uluslar arası toplumdan bu hakların korunmasını isteyebilir. Bu istem, her şart altında meşrudur.

Konunu özelliği nedeniyle Türkiye’nin doğa ve kültür varlıkları mevzuatına değinmek gerekiyor:

Türkiye’nin kültür varlıklarıyla ilgili mevzuatı, ne yazık ki cumhuriyetin kurulmasından altmış yıl sonra 1983 Tarihli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası’nın çıkarılması ile oluşmaya başlamıştır. Sonraki tarihlerde, Devlet Planlama Teşkilatı, İmar ve Milli Parklar Yasası yürürlüğe sokulmuştur.

1926 tarihli Medeni Yasa hükümleri, 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Yasası, 1960 tarihli Yeraltı Suları Hakkındaki Yasa ve 1971 tarihli Su Ürünleri Yasası istisna edilirse Türkiye’nin doğa mevzuatı, 1983 tarihli Çevre Yasası ile oluşmaya başlamıştır. Daha sonra ise, hava kalitesinin korunmasına, taşıt kaynaklı kirliliğin önlenmesine, Çevre ve orman bakanlıklarının kuruluş ve görevlerine ilişkin yasalar yürürlüğe sokulmuştur.

Türkiye;
- Avrupa Kültür Anlaşması’na (Paris Sözleşmesi) 1957 yılında,
- Akdeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması Sözleşmesi’ne (Barcelona Sözleşmesi) 1981,
- Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunmasına Dair Sözleşmesi’ne (Granada Sözleşmesi) 1983 yılında,
- Avrupa Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi’ne (Bern Sözleşmesi) 1984 yılında,
- Viyana Sözleşmesi ile buna bağlı Montreal ve Londra Protokolleri’ne 1990 yılında,
- Ramsar Sözleşmesi’ne 1994 yılında,
- Basel Sözleşmesi’ne 1994 yılında,
- Arkeolojik Mirasın Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi’ne (Malta/Valetta Sözleşmesi) 1999 yılında,
- Avrupa Birliği Çevre Ajansı Sözleşmesi’ne 2000 yılında
katılmıştır.
Türkiye’nin uluslarüstü doğa ve kültür varlıkları mevzuatı, aynı konudaki ulusal mevzuatından daha gelişkindir. Ancak ulusal ya da ulusarüstü hukukun belirlediği yükümlülüklere uymak için, uygulamaya yönelik alışkanlıkların değişmesi ve yeni bir bilincin gelişmesi bakımından zamana ihtiyaç vardır. Nitekim, sözü edilen düşünüş ve alışkanlıklar nedeniyledir ki Türkiye;

- Keban’dan başlayıp Kargamış’ta biten baraj ve HES uygulamaları sonucunda Fırat Nehri ile uygarlık havzasını, bu havzadaki yerleşim ve tarım alanlarını, bitki örtüsünü ve hayvan çeşitlerini yitirmiştir.
- Ilısu-Cizre Baraj ve HES Projesi’nin uygulanması halinde ise Dicle Irmağı’nı ve onun uygarlık havzasını da bütün değerleriyle yitirmiş olacaktır.
- İhale edilmiş, projeleri tamamlanmış olan ve proje çalışmaları devam eden baraj ve HES’lerin aynen uygulanması durumunda, Türkiye Coğrafyası’nda yeralan birçok vadi ile tarihsel yerleşim alanı da yok olacaktır. Örneğin; Fırtına Deresi, Munzur Vadisi, Çoruh Vadisi, Zap Vadisi, Çine Vadisi-Marsias Antik Kenti, Bergama-Alionai Tarihsel Yerleşim Alanı, vb.

Türkiye; “koruyarak kalkınma”yı öğrenmek durumundadır. Aksi halde insanımızın, yarın yaşanacak bir ülkeye sahip olma seçeneği olmayacaktır.


Murat CANO/Hukukçu
Türkiye Barajlar ve Kültürel Miras İzleme Kurulu
Kurucu Üyesi

***

• Barajlar, Ormanları Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar Çengel Boynuzlu ve Bezuvar Dağ Keçilerini Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar Ur Kekliğini Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar Kırmızı Benekli Alabalığı Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar; Dereleri, Vadileri, Gözeleri Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar; Turizmi, Hayvancılığı, Arıcılığı Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar Tarihi Yoketmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!

• Barajlar, İnsanları “Sürgün” Etmesin
MUNZUR’UMA DOKUNMA!


MUNZUR “DARDA”
YETİŞİN “YA” İNSANLAR!
YETİŞ EY İNSANLIK!


***

DANIŞTAY ONUNCU DAİRE BAŞKANLIĞI’NA
Sunulmak Üzere
TÜRKİYE...BÜYÜKELÇİLİĞİ’NE (BAŞKONSOLOSLUĞU’NA-KONSOLOSLUĞU’NA)
........................

Dosya No
2002/2180E.

DAVAYA KATILMA
İSTEMİNDE BULUNAN(LAR):


DAVACILAR : 1- Murat CANO
2- Selman YEŞİLGÖZ
3- Hayal HANOĞLU
4- Hasan ŞEN
5- İmam BAZAN
6- İbrahim KARAKAYA-
7- Ali Rıza AYDIN

DAVALILAR : 1-T.C. BAŞBAKANLIĞI
ANKARA
2-ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞI
ANKARA

İSTEM : Munzur Projesi adı verilen baraj ve HES projelerine ilişkin idari
işlemlerin yürütülmelerinin durdurulması ile iptallerine karar
verilmesi istemiyle açılan davaya, davacılar yanında
katılmama(mıza) karar verilmesi istemidir.

1- Dava konusu projeler, kamu yararını zedeler niteliktedir.
2- Verilecek hüküm, beni de etkileyecektir.
3- Yurttaşlık Hukuku’nun tanıdığı hak ve Kamu Yararı’nın korunması gerektiği düşüncesinden hareketle, davacıların yanında davaya katılma istemimi(mizi) sunuyorum(ruz).

SONUÇ : Sunulan ve res’en gözetilebilecek nedenlerle; davacılar
yanında davaya katılmama(mıza) karar verilmesini, talep
eder, saygılar sunarım(rız).../../....


***

BAŞBAKANLIK MAKAMI’NA
ANKARA

İstemde
Bulunanlar: 1- Murat CANO
Taksim İstiklal Cad. Meşelik Sk.
No:36 K:3 D: 8 80060 Beyoğlu/İSTANBUL

2- Hayal HANOĞLU
( Aynı adreste)

3- Selman YEŞİLGÖZ
( Aynı adreste)

4- hasan ŞEN
( Aynı adreste)

5- İmam BAZAN
( Aynı adreste)

6- İbrahim KARAKAYA
( Aynı adreste)

7- Feride LAÇİN
( Aynı adreste)

8- Ali Rıza AYDIN
( Aynı adreste)


İstem : “Munzur Projesi” adıyla anılan ve enerji amaçlı sekiz adet baraj ile HES’ten oluşan projenin içinde yeralan Mercan, Akyayık, Konaktepe 1-2, Kaletepe, Bozkaya ve Pülümür Barajları ile HES inşaatlarının durdurulması ve sözkonusu projelerin iptal edilmesi isteminin sunulmasıdır.

2- Munzur Projesi adı altında enerji amaçlı olarak Mercan Deresi, Munzur Vadisi ve Pülümür Çayı üzerinde sekiz adet baraj ile HES’in yapımının projelendirildiği, bunlardan; Tunceli –Elazığ Karayolu’nun 18. km’sinde yer alan Uzunçayır Baraj ve HES inşaatı ile Mercan HES ve Tesisleri inşaatının devam etmekte olduğu bilinmektedir.
Sözkonusu projenin bütün birimleriyle uygulanması halinde üretilmesi planlanan yıllık elektrik enerjisi 362 MW’dır. Bu miktar enerji, 1999 yılı sonu itibariyle hidrolik kaynaklarımızdan elde edilen toplam 37.079 MW’lık enerjinin %09.7’si kadardır.


3- Uzunçayır Baraj ve HES Tesisleri dışındaki Munzur Projesi kapsamında yeralan baraj ve HES’lerin yapımında; doğal, sosyal, ekonomik ve hukuki bakımlardan kamu yararı yoktur. Çünkü;
a) Tunceli’de yaşamın ekonomik altyapısı; “su” ve “dağ”dır. Suyun; baraj rezervuarlarında tutulması, onun hayat verdiği bütün canlıları yok edeceği gibi, dağ ve orman ile diğer bitki örtüsünün de yok olmasına yol açar.
b) Tunceli’de yaşayan insanların temel ekonomik faaliyetleri, arıcılık ve hayvancılıktan ibarettir. İlde, sanayi yoktur, ticaret ve hizmet sektörü ise gelişme halindedir. İlin coğrafi konumu ile topoğrafik yapısı bakımından yörede imalat veya ağır sanayi tesislerinin kurulması neredeyse imkansız olduğu gibi, rantabl da değildir. Buna karşılık yörenin olağanüstü düzeyde hayvancılık, arıcılık ile dağ-su-orman turizmi potansiyeli mevcuttur. Bu nedenle Tunceli’yi kalkındırarak, orada yaşayan ve yaşayacak olan insanların gelir kaynakları ile yaşam olanaklarını yükseltmek, bu arada ulusal ekonomiye artıdeğer katmak isteniyorsa öncelikle Tunceli’nin doğasını dokunulmaz kılarak, olduğu gibi korumak ve onun güzelliklerinden, dağlarından, mağralarından, göllerinden, kaplıcalarından, içmelerinden, akarsularından, vadilerinden ve mesire yerlerinden; turizm, arıcılık ve hayvancılığın geliştirilmesi bakımlarından yararlanmak gerekir. Üstelik bu tür bir planlamanın teşvik edilmesi ile uygulamasına yönelik maliyetler, sözkonusu baraj ve HES’lerin yapımı ile işletme maliyetlerinden daha düşük olur. Ayrıca turizm ile hayvancılık ve arıcılık faaliyetleri, sürekli faaliyetler oldukları halde baraj ve HES’lerin, sınırlı ömürleri vardır.
c) Sözkonusu projenin uygulanması halinde yeni yeni başlamış olan “geriye dönüş” süreci; kesintiye uğrayabileceği gibi, büyük çaplı yeni göçlere de neden olacaktır. Zira, Tunceli insanının yerleşik yaşam biçimi; su ve dağın sunduğu olanaklarla belirlendiği gibi, bunlar olmadan da devam edemez.
Baraj ve HES’lerin, süreç içinde ildeki bütün demografik yapıyı olumsuz yönde etkilemesinin kaçınılmazlığı dışında, Pülümür Vadisi yöresindeki köyler hariç Mercan ve Munzur Vadisinde yapılacak baraj ve HES’ler nedeniyle 84 köyün göç etmesi zorunlu görünmektedir.
d) Nihayet Munzur Vadisi, 1971 yılında Ulusal Park olarak ilan edilmiştir. Bu vadi; estetik ve bilimsel bakımdan istisnai düzeyde evrensel değerlere sahip olan fiziki ve biyolojik bir oluşumdur. Bu niteliğinden ötürü de;
- Anayasa’nın 63. maddesi ile Doğa ve Çevre Mevzuatı’na,
- Türkiye’nin onaylamış bulunduğu 16 Kasım 1972 tarihinde yapılan UNESCO’nun XIIV. Genel Kurulu’nda kabul edilmiş olan Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme hükümlerine,
- Türkiye’nin üyesi olmak sürecine girmiş bulunduğu AB’nin çevre kriterlerine,
göre olduğu gibi korunması gerekmektedir.
e) Son olarak, Tunceli Bölgesi’nde arkeolojik araştırma yapılmamış olmasına rağmen, Keban Baraj Gölü Havzası’nda yapılmış olan araştırmalar sırasında Pulursak Yolu Kazısı’nı yapan Sayın Kılıç KÖKTEN’in; çevrede sürdürdüğü yüzey araştırmaları sırasında çok sayıda paleotik döneme ait çeşitli kaya sığınakları, işlik yerleri ve düz yerleşmeler saptandığını, bölgenin, paleotik dönem (yontmataş çağı açısından çok zengin olduğunun vurgulandığını, olayın bu yönü bakımından yörede arkeolojik yüzey araştırmaları yapılmadan sözkonusu projelerin uygulanmamasının gerektiğini, yüzey araştırmaları sonucunda yapılacak arkeolojik tespit ve tescillerin gerekli kılması durumunda , Türkiye’nin tarafı haline gelmiş bulunduğu Arkeolojik Mirasın Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi hükümleri uyarınca da sözkonusu projenin uygulanmamasının gerekebileceğini belirtmek isteriz


4- Bizler; ülkemizin ekonomik kalkınmasına ve kalkınmanın temel girdilerinden olan enerji üretimine, enerjinin hidrolik kaynaklarımızdan elde edilmesine karşı çıkamayacak kadar yurt ve insan severiz. Nevarki Türkiye’nin, -tıpkı tarihsel miras için olması gerektiği gibi-, doğal kaynak ve zenginliklerini koruyacak bir kalkınma modeli geliştirmesini istemek de yurtseverlik olsa gerek. Üstelik, koruyarak kalkınmayı amaçlayan model geliştirilmesini istemek; yurdumuzun ve insanımızın “dün”ünü, “bugün”ünü ve “yarın”ını aynı zamanda sevmektir.

Sonuç ve İstem: Munzur Projesi içinde yer alan Mercan, Akyayık, Konaktepe 1-2, Bozkaya, Pülümür Baraj ve HES inşaatlarının durdurulması ile iptal edilmesi, saygıyla talep olunur. 29.01.2001


Selman YEŞİLGÖZ Hayal HANOĞLU Murat CANO


Hasan ŞEN İmam BAZAN İbrahim KARAKAYA


Feride LAÇİN Ali Rıza AYDIN

Ekleri
İptal istemine konu baraj ve
HES’lere ilişkin özet bilgiler
ile bunların konumlanmalarını
gösterir krokiler.


***

MUNZUR “DAR”DA!
Sizin Keyfiniz Yerinde Mi?

Umarım, artık herkes öğrenmiştir: Devlet, Tunceli’de 8 baraj ve Hidroelektrik Santral (HES) planlamıştır. Bunlardan Uzunçayır Barajı ve HES’i ile Mercan HES’nin inşaatları bitmek üzere. Munzur Vadisi’nde yapılmak istenen Konaktepe Barajı ile Konaktepe I-II HES’nin inşası ise Bakanlar Kurulu Kararı’yla Türk-Amerikan Şirketleri topluluğuna, çoktan verildi. Konaktepe Barajı’nın göl alanı ile ilgili ÇED Raporu hazırlama çalışması da başlatıldı. DSİ Genel Müdürlüğü bu işi, Ankara’daki bir özel şirkete ihale etti. Bu şirket; Orman, Ziraat, İnşaat Mühendisleri, Biolog, Hidrobiolog ve Botanikçi ile Mimardan oluşan bir kadroyu, ÇED Raporu hazırlaması için görevlendirdi. ÇED Raporu’nun hazırlanmasından sonra; ÇED Yönetmeliği’ne göre, Ovacık halkıyla Ovacık’ta toplantı yapılarak, halkın görüşleri alınacak ve rapora, son şekli verilerek rapor, onaylanacak. Sonra sıra, iş makinalarının Vadi’ye girmesine gelir.

Konaktepe Barajı’nın göl hacminin 450hm3 olduğunu biliyor musunuz?

Bu miktar suyun tutulmasının vadi ve çevresi için ne anlam ifade edeceğinin farkında mısınız ?

Bu gölde tutulacak suyun, Tunceli’nin yıllık su potansiyelinin yedide biri kadar olduğunu biliyor musunuz ?

Gölün, nereleri su altında bırakacağının farkında mısınız?

Ovacık halkı, bütün bunları biliyor mu? Eğer bilmiyorsa, siz neredesiniz? Neden halka gidip, karşı karşıya bulundukları “tehlike”yi, onlara anlatmıyorsunuz? Ovacık halkı gerçeği bilmezse, yarın ÇED Raporu kendilerine sunulduğunda nasıl doğru tavır alabilir? O zaman halkı mı sorumlu tutacaksınız, yoksa halkın “onay” vermiş görüneceği bir projeye karşı çıkmaktan mı vaz geçeceksiniz?

Politikacılar, barajın “faydaları”nı anlatmakla bitiremiyorlar. Politikacıların, varlıklı dostları da baraj vesilesiyle daha da zengin olmak için ayaktalar. Ve onlar, şimdi Ovacık’talar, yarın da orda olacaklar. Siz, keyfinize bakmaya devam edin...

Yeni bir haber! İsteyen üzülsün, isteyen sevinsin. Hatta sevinmek isteyenler, tercih ederlerse tepinsin... Tunceli’deki bütün suyun hidroelektrik üretim potansiyeli 1571 GWh/yıl’dır. Devlet, 8 baraj ve HES’ten oluşan Munzur Projesi ile şimdilik bu potansiyelin 1456GWh/yıl bölümü için inşaat başlatmış, kesin proje yapmış ve master plan hazırlamıştır. Geri kalan 115GWh/yıl enerji üretim potansiyelinden de elektrik enerjisi üretilmesi, programa alındı. Böylece Tunceli’deki su potansiyelinin %100’ü baraj göllerinde toplanacaktır.

Peki devlet, kötümü yapıyor?

Devlet, kötü ve yanlış iş yapar mı?

Yurttaşlar, devletten kötü iş yapmasını beklemezler, hatta buna inanmak bile istemezler. Yurttaşın böyle düşünmesi hiçte yadırganmamalı. Çünkü devletin “varlık sebebi” gözetildiğinde, O’ndan sadece “iyi”, “doğru” ve “faydalı” iş yapması beklenir.

Acaba devlet yanılmaz mı ?

Diğer konular bir yana, Türkiye’de su ve enerji ile havza yönetim stratejilerinin bulunmadığını belirtmek zorundayım. Bunun sonucunda devletin gerçekleştirdiği “kalkınma amaçlı” bir çok projenin; Türkiye’nin su kaynakları dahil, doğal varlıklarını ve arkeolojik eserlerini yok ettiği, yıkıma uğrattığı yaşanan bir olgudur. Öyle ki yapılanlar yetmezmiş gibi şimdi de Munzur, Çoruh, Çine, Zap, Fırtına Vadileri ile Dicle Havzası, “tehlike” altındadır. Kalkınma amaçlı yatırım planlamaları nedeniyle Türkiye Coğrafyası’ndaki, 10.000’in üzerinde arkeolojik yerleşme, “tehdit” altındadır.

Yıkmaya, yok etmeye nereye kadar devam edebileceğiz?

Korkarım, her şeyi bitirene kadar.

Sonra ne olacak?

İçinde yaşanacak bir coğrafyanız kalmazsa, fabrikalarınız, barajlarınız, santralleriniz neye yarar ? Ya da yalnız bunlarla yaşayabilir misiniz?

Artık anlamamız gerekiyor ki, su potansiyelimiz; çok önemli bir “stratejik avantaj” olduğu halde, “suyla oyunumuz”u yanlış sürdürürsek, bu potansiyel, “stratejik tehlike”ye de dönüşebilir.

Besbelli ki insanın, yaşamak için enerjiye ihtiyacı vardır. Kaynağı, türü ve teknolojisi ne olursa olsun kalkınmak için de, yaşamak için de insanın, enerjiye ihtiyacı bitmeyecektir.

Ancak insan; çevreyi kirletiyorsa ya “doğru enerji” kullanmıyor ya da “enerjiyi doğru” kullanmıyor. Nitekim dünyanın bu gün karşı karşıya bulunduğu paradokslardan biri de sanırım budur. “Öteki değerler”i sonsuza kadar tüketerek yaşamak, hatta belki de enerji üretmek bile mümkün olamayacağına göre, insanlığın; enerji elde edeceği kaynağı, kullandığı enerji türünü, onun tüketim ve iletim biçimlerini yeniden değerlendirmesi gerekiyor. Bu değerlendirme, insanı; ister istemez, hangi kaynaklardan, ne tür enerji elde etmesi gerektiğini, başka bir ifadeyle “çevre değerleri” ile “çevre ekonomisi”ni koruyarak nasıl yatırım yapabileceğini, bununla birlikte enerjiyi nasıl kullanması gerektiğini araştırıp bulmaya götürür. Bugün dünyada artan oranda kabul edilen düşünceye göre çevrenin korunması sorunu, yüzyılımızın temel sorunlarından biridir. Bu nedenle dünya; artık yalnızca kalkınmayı değil, “sürdürülebilir kalkınma”yı amaç edinmektedir.

Munzur Projesi planlanırken de uygulanırken de Munzur’un “çevre değerleri” ve “çevre ekonomisi” gözetilmemiştir. Halbuki Munzur’un “çevre ekonomisi”, 8 barajdan elde edilmesi umulan yıllık seksen milyon doların çok üstünde bir potansiyel değerdir. Üstelik Munzur’un çevre ekonomisi için yapılacak planlamaların maliyeti, barajlar için yapılacak harcamadan daha düşüktür. Munzur Doğası aynen korunursa, sonsuz sürede ekonomik değer taşır. Halbuki barajların ömrü 50-70 yılla sınırlıdır. Bütün barajların göl alanları bu süre sonunda bataklığa dönüşür. Öyleyse Tunceli’yi kalkındırarak orada yaşayan insanların gelir kaynaklarını arttırmak ve yaşam standartlarını yükseltmek isteniyorsa, Tunceli’nin doğasını olduğu gibi korumak, O’nun dağlarından, mağaralarından, göllerinden, kaplıcalarından, içmelerinden, akarsularından, vadilerinden, yaylalarından, içsu canlılarından, bitki örtüsünden ve mesire yerlerinden yararlanmak, bu alanlarda yatırım yapmak gerekiyor.

Baraj ve HES’lerin inşa edilmesi halinde tutulacak su miktarı, 1162hm3’tür. Tunceli’nin yıllık su potansiyeli ise, 3114hm3’tür. Rakamlar, ilin yıllık su potansiyelinin %37.3’ün baraj göllerde tutulacağını göstermektedir. Bu durum; Tunceli’de atmosfer dengesini bozar ve Tunceli’nin iklimini değiştirir. Herhangi bir coğrafyadaki iklim değişirse, o coğrafyanın bitki örtüsü de değişir ve orada yaşayan yaban hayvanları ile içsu canlıları da yok olur. Kısaca Tunceli’deki “çevre ekonomisi” yok olur. O durumda Tunceli’de insanlar nasıl yaşayabilir? Siz, insanları, Munzur’dan “bir tas su içmeye” davet edebilir misiniz? Oraya geleceklere, hangi suyu içireceksiniz?

Bugün Türkiye ve dünya, Tunceli Coğrafyası ile Tunceli halkının, Munzur Barajlar Projesi nedeniyle karşı karşıya bulunduğu “yakın tehlike”den haberli değil. Bırakınız Türkiye’yi ve dünyayı, Ovacık halkı dahi “tehlike”nin farkında değil. Bu durum kimin “marifeti”? Suç kimin?

Kendinizin ve birbirinizin etrafında dönerek, birbirinizi “dolanarak” sızlanmanın, bu tehlikeyi bertaraf edebileceğine mi inanıyorsunuz?

Munzur Barajlar Projesi’nin yarattığı “mevcut” ve “yakın” tehlike; Tunceli doğasını yıkıma uğratacak nitelikte olduğundan, halkını da “sürgün” edecek bir tehlikedir. Halkın, bu tehlikenin farkında olmamasının sorumlusu, “bilenler”dir. Bu gün, bu tehlike karşısındaki “duruş”, ayırt edicidir. İnsan hayatının en yüksek “değer” olduğuna inandığım için size, “hayat veren topraklara” sizin de “bir hayat borçlu” olduğunuzu söylemiyorum ama, o topraklara, hayatınız boyunca borçlu olduğunuzu hatırlatıyorum.


M.CANO
***

BARAJLAR PROJESİ
MUNZUR’UN DOĞASINI YIKIMA UĞRATIR
İNSANLARINI SÜRGÜN EDER

Yazının başlığı, sonunu özetlemektedir.

Sonunda söylenmesi gerekeni, neden başında söyledim?

Çünkü Tunceli doğası ile Tunceli’de yaşayan ve yaşayacak insanlar, büyük bir tehlike ile karşıkarşıyadır.

Çünkü Tuncelili; ya yarın yaşanacak bir coğrafyaya, ya da cehenneme sahip olacaktır.

Çünkü böylesine bir tehlike ancak, bütün boyutlarıyla görülerek anlaşılabilir.

Çünkü tehlikenin varlığı ve büyüklüğü, olduğu gibi görülürse onu gidermek amaç edinilebilir ve bu amaca ulaşılabilir.

Amacın büyüklüğü ile gerçekleştirilmesindeki güçlük; herşeyden önce tehlikenin büyüklüğünden ve devletin, “Munzur Projesi” adı altında toplanan enerji amaçlı barajları yapmak istemesindeki kararlılığından doğmaktadır. Nitekim Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 21 Mayıs 2001 Tarihli cevabi yazısından anlaşılmaktadır ki, Munzur Projesi kapsamında yeralan ve Munzur Vadisi’nde yapımı planlanan Konaktepe I ve Konaktepe II HES Projeleri’nin gerçekleştirilmesi işi; “Türkiye-ABD” arasında imzalanan Hükümetlerarası Ortak Bildiri uyarınca Bakanlar Kurulu Kararı’yla Türk ve ABD firmalarından oluşan bir konsorsiyuma verilmiştir. “Konsorsiyumla yapılan müzakerelerin sonuçlandırıldığı, taslak sözleşme ve fiyatın Enerji Bakanlığı oluru ile Hazine Müsteşarlığı’na gönderildiği” de aynı yazıyla bildirilmiştir.

Görülüyor ki, Munzur’un doğasını yokederek, burayı yaşanmaz hale getirecek olan projenin sahiplerinden biri de artık “ezeli” ve “ebedi” dostumuz (!) Sam Amca.

Peki acaba ben mi yanılıyorum, yoksa devletin ilgili kurumları mı?

Bu sorunun yanıtı; Munzur Projesi adı altında toplanan barajlarla üretilmesi planlanan elektrik enerjisi miktarına, bu miktar enerjinin bütün Türkiye’de hidrolik kaynaklardan elde edilen elektrik enerjisi miktarı içindeki payına ve projenin; ormanlara, bitki örtüsüne, yaban hayata, içsu balıklarına, iklime, hayvancılığa, arıcılığa, turizme ve insana ilişkin sonuçlarına göre verilebilir.

Proje kapsamında yeralan hidroelektrik santrallerin tümünün kurulu gücü 358,45 MW’tır.

Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün 2000 Yılı verilerine göre bütün Türkiye’de devrede bulunan hidroelektrik santrallerin kurulu gücü 37.079 MW’tır. (Buna karşılık hidroelektrik enerji potansiyeli 123.040 GWh’tır)

Munzur Projesi ile üretilmesi hedeflenen enerji, Türkiye düzeyinde hidrolik kaynaklardan elde edilen enerjinin % 0,9’undan (binde dokuz) ibarettir.

Tunceli İli’nin yıllık su potansiyeli 3.114,2 hektometreküptür. Hidroelektrik enerji üretim potansiyeli ise 1.571 GWh’tır.

Master plan aşamasında olan, kesin projesi yapılmış bulunan ve inşaatı devam eden santrallerin hidroelektrik enerji üretim potansiyeli 1304,4 GWh/yıl’dır. Verilerden, Tunceli’nin toplam hidroelektrik enerji potansiyelinin % 100’ünün kullanımının hedeflendiği anlaşılmaktadır.

Öteyandan, kanal tipinde yapımı devam eden ve uzunluğu 10.115 metre olan Mercan Hidroelektrik Santrali hariç, diğer barajların depolama hacmi 1.162,5 hetrometreküptür. Bunun anlamı; ilin yıllık su potansiyelinin % 37,3’ünün baraj rezervuarlarında tutulmasıdır.

İster sulama ve içme suyu temini, isterse enerji amaçlı olsun, dünyadaki ve Türkiye’deki uygulamalar göstermiştir ki suyu tuttuğunuz anda “ahlak”ı bozuluyor. Öyleki, bir yandan kirleniyor ve daha önce hayat verdiği canlıları yokediyor, bir yandan kendisini besleyen kaynakları kurutuyor ve yeraltı sularını kaçırıyor. Sonuçta, elinizde balçıklaşmış bir zemin kalıyor. Bu sonuç, elli ile yetmiş yılda meydana geliyor.

Yeri gelmişken, bütün Türkiye bakımından “su”dan ve “suyla oyun”umuzdan kısaca sözetmem gerekiyor:

Türkiye, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar kaynak suları, yeraltı suları, akarsular, kara suları ve göller bakımından en yüksek potansiyele sahip olan ülkedir.

Türkiye’nin suya dayalı ekonomik, sosyal ve stratejik hedefleri vardır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak aynı durum; Türkiye’yi bu yüzyılın büyük avantajları ve sorunlarıyla da karşı karşıya getirmektedir. Nitekim, “su”; bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de, özellikle Orta Doğu’da petrolün üstünde bir önem ve değer kazanmaya başlamıştır.

Su kaynaklarının kullanılmasındaki teknolojik gerilikler ile hükümetlerin uygulama yanlışlıkları ve bütün ülkeler tarafından kabul edilmiş uluslararası bir su rejiminin olmaması; suyun önemini arttırmakta, hatta O’nu, “tehlikeli” hale getirmektedir.

Türkiye’nin yıllık yağış hacmi 501 milyar m3’tür. Bunun akışa geçen kısmı 186 milyar m3’tür. Yeraltı suları ve diğer ülkelerden Türkiye’ye intikal eden sularla birlikte yenilebilir tatlısu potansiyeli 205 milyar m3’tür. Yapılan teknik ve ekonomik değerlendirmelere göre farklı amaçlarla tüketilebilecek yüzey ve yeraltı suları, yıllık 110 milyar m3’tür.

Türkiye’nin yıllık su tüketimi 39 milyar m3’tür. Bunun; 6 milyar metreküpü yer altı sularından, 26.4 milyar metreküpü ise barajlardan elde edilen sularla temin ediliyor.

Tüketilen suyun 29 milyar metreküpü sulamada, 5.7 milyar metreküpü içme ve kullanmada, 4 milyar metreküpü ise endüstriyel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılmaktadır.

Türkiye yüzölçümünün 1/3’üne tekabül eden 28.05 milyon hektarlık ekilebilir arazinin 25.85 milyon hektarlık kısmı sulanabilir arazidir. Bu arazinin 8,5 milyon hektarı, ekonomik olarak sulanabilir arazi olduğu halde sulanabilen araziler toplamı 4.8 milyon hektardan ibarettir. Projeli olarak sulanan 3,5 milyon hektarlık tarım alanının yalnızca 2.5 milyon hektarlık kısmı, barajlarda düzenlenen sularla sulanmaktadır.

2000 Yılı başı itibariyle Türkiye’nin 110.526 GWh olan elektrik enerjisi tüketiminin yalnızca 38.000 GWh’lik bölümü (% 34.3) hidroelektrik santrallerden karşılanmaktadır.

İnşaatı devam etmekte olan 37 adet HES projesinin toplam kurulu gücü 4.190 MW, üreteceği elektrik enerjisi miktarı ise 13.578 GWh’tır.

Türkiye’de bugüne kadar sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve enerji amaçlı, 195 adedi büyük, 940 adedi küçük olmak üzere toplam 1135 baraj, işletmeye açılmıştır. 107 adedi büyük olmak üzere 135 adet barajın inşaatı sürüyor. 47 barajın projesi tamamlandı, 47’sinin ise proje çalışmaları devam etmekte. Ayrıca 485 adet Hidro Elektrik Santral Projesi’nin geliştirilmesi planlanmıştır.

Rakamlardan anlaşılacağı gibi Türkiye’de su, olağanüstü ölçüde önemli ve büyük bir değerdir. Devletin, bu büyük kaynağı; sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve elektrik enerjisi üretmek amacıyla değerlendirmesi gerekir.

Devletin bu alandaki tercihi; temiz içme suyu elde etmek ve bu nitelikte suyun potansiyelini korumak, tarımsal alanları sulamak amaçlı su üretmek ve sudan elektrik enerjisi elde etmekten ibaret kalmıştır. Halbuki, suyla birlikte ve aynı zamanda su kadar önemli olan “öteki” değerler de vardır. Üstelik, su esas alınarak yürütülen bütün bayındırlık faaliyetleri, kaçınılmaz olarak “öteki değerler”i; olumlu ya da olumsuz etkilemektedir. Öteki değerlerden kastım; her şeyden önce “suyla oynayan” insan, doğa, çevre ve kültürel mirastır.

Modern düşünceye göre ekonomi ve ekoloji birbirinden ayırdedilemez.

Ekonomik faaliyetlerin, doğayı bozması ve çevreyi kirletmesi mümkündür. Bu durumun; insan dahil bütün canlıların hayatlarını sağlıklı ortamda sürdürmesini zorlaştırdığı, hatta imkansızlaştırdığı söylenebilir. “Kalkınma amaçlı” bayındırlık faaliyetlerinin “yıkım” aracı haline geldiği görülmüştür. Bu nedenlerle doğanın ve çevrenin korunması; günümüzün olduğu kadar yüzyılın da temel sorunlarından biridir. Yavaş yavaş sorunu kavramaya başlayan “insanlık” ve uluslararası toplum, bu konuda duyarlı olmaya ve çeşitli önlemler almaya başlamıştır. Çünkü gerçekten bütün dünyada ve ülkemizde “koruyarak kalkınma” modeli geliştirilemezse insanlığın “suyla oyunu”, dünyayı yaşanamaz hale getirmekle son bulacaktır. Nitekim ülkemizdeki uygulamada doğa, çevre ve kültürel miras hemen hemen hiç gözetilmediği için Türkiye Coğrafyası; Keban’dan Kargamış’a kadar olan yüzeyde Fırat Irmağı ile uygarlık havzasını, bu havzadaki yerleşim ve tarım alanlarını, bitki örtüsünü, hayvan çeşitlerini ve arkeolojik değerleri yitirmiştir. Ilısu Cizre Baraj ve HES Projesi’nin mevcut haliyle uygulanması durumunda Dicle Irmağı’nı ve onun uygarlık havzası ile bu havzada yeralan Hasankeyf dahil 215 tarihsel yerleşim alanını da yitirecektir. Keza Dilek Güroluk, Orta ve Yukarı Çoruh, Çine ve Yortanlı ile Zap ve Munzur Projeleri, -yargı kararlarına ve bilim çevrelerinin uyarılarına rağmen- uygulanırsa Allianoi ile Marsias antik kentlerini, Fırtına, Çoruh, Zap ve Munzur Vadileri’ni de yitirecektir. Doğayı yıkıma uğratması ve kültürel mirası sulara gömmesi dışında bu uygulamaların, onbinlerce insanı yerinden ederek, çeşitli acıların içine sürüklediği de bilinen tirajik sonuçlardan biridir.

Türkiye; koruyarak kalkınma modellerini, seçeneklerini geliştirmek zorundadır. Aksi halde insanımızın, yarın yaşanacak bir ülkeye sahip olma seçeneği kalmayacaktır.

Bugün, burada İkinci Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında yeralan “Barajlar ve Çevre Sorunu” hakkındaki düşüncelerimizi açıklamak için bulunduğumuzdan, “Munzur Projesi”nin; doğal kültür ve yaşam kültürüne ilişkin sonuçları üzerinde daha ayrıntılı durmak gerekiyor:

Munzur Projesi’nin uygulanması halinde iklimin değişeceği -proje verileri gözetilerek- İstanbul Teknik Üniversitesi Atmosfer ve Uzay Bilimleri öğretim üyesi ve Meteoroloji Mühendisleri Odası Marmara Bölge Temsilcisi Doç. Dr. Mikdat Kadıoğlu tarafından rapora bağlanmıştır.

Bu rapora göre; “büyük baraj göllerindeki su kütlelerinin topraktan farklı olan termal özellikleri, barajların su tutmaya başlamadan öncekine kıyasla çevresinde daha serin yaz ve daha ılıman kışlara sebep olur... Bölgedeki hakim rüzgar yönünde bir farklılığa ve rüzgar şiddetinde de belirgin bir artışa neden olur. Su ve havanın farklı su buharı basınçları nedeniyle göl yüzeyinden karalara doğru büyük miktarda nem transferi olur, havadaki nemin artmasıyla bölgede sis ve don olaylarında, göl etkisinden dolayı da kar yağışında ve çığlarda büyük artışlar görülür.”

“Munzur Proje bölgesi gibi oldukça karasal iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerde büyük su yapılarının ortaya koyduğu vaha etkisi, bölgedeki su dengesini ve iklimi de değiştirebilmektedir.”

“Nitekim Keban ve Seyhan baraj göllerinin iklime etkisi incelenmiş olup, 1975 yılından sonra iklimin değiştiği bilimsel olarak saptanmıştır.”

“...Son yüzelli yılda dünyada gittikçe artan miktarda tüketilen fosil yakıtları, diğer kaynaklardan atmosfere salınan gaz ve parçacıklar nedeniyle dünya atmosferinin kimyasal bileşeninde önemli değişimler gözlenmiştir. Bunların oluşturduğu sera etkisi de küresel ısınma problemini ortaya çıkarmıştır. Benzer şekilde orman ve yeşil alanların da yokedilmesi atmosferik çevrede geriye dönüşümü olmayan değişimlere neden olabilmektedir.”

“Uluslararası iklim değişimi projesinin 1990 yılında yayınladığı İklim Değişimi Etki Raporuna göre Munzur Projesi gibi kurak ve yarı kurak bölgelerin iklimlerindeki küçük değişimler, yağış rejimini değiştirerek.... önemli problemlere neden olabilecektir.”

“Munzur Projesi’nde, küresel ısınma sonucu tarımın gelişimini nasıl etkileyeceği de gözönüne alınmalıdır.”

“Genel sirkülasyon modelleri ile oluşturulan iklim senaryolarına göre Güney Avrupa ile Akdeniz bölgesi ve Munzur proje bölgesi için 21. yüzyılın başlarında alt tropiklerdeki yüksek basınç kuşağı genişleyerek sıcak ve kuru hava proje bölgesini de etkileyecek şekilde kuzeye doğru genişleyecektir. Munzur proje bölgesi ile birlikte kuzey Akdeniz ülkelerinde 2030 yılına kadar 2 derece sıcaklık artışları ile birlikte kış aylarında yağışların çok az artacağı, yaz aylarında ise önemli derecede azalacağı görülmektedir. Bunun sonucu olarak da bu enlemlerde tarımsal üretimde büyük kayıplar ortaya çıkacağı hesaplanmaktadır.”

“Yerel iklim ve yağış değişimi hakkındaki bulgular, bizi uyarmaktadır. Öteyandan dünyadaki küresel iklim değişiminden, Türkiye ve Munzur Proje bölgesini soyutlamak mümkün değildir.”

Munzur Projesi ile ilgili devletin hazırladığı bir iklim raporu yoktur.

• Projenin uygulanması halinde, Munzur doğasının zengin florası yokolacaktır. Bilimsel araştırmalara göre bu havzada yeralan karakteristik endemik türler, (Erysimum, Graellsia, Hymenophysa, Didymophysa, Delphinium, Astargalus, Pistacia, Heliotropium, Verbascum ve Echinops) ile zengin familyalar (Fabaceae, Asteraceae, Brassicaceae, Lamiaceae, Caryophyllaceae ve Poaceae) ve cinsler (Asrtagalus, Trifolium, Alyssum, Silene ve Vicia) tükenecektir.

• “Fırat havzası meşe ormanları binlerce yıldan beri süregelen tahrip sonucunda önemli oranda ortadan kalkmış” olmasına rağmen Munzur doğasındaki zenginliğini ve yoğunluğunu korumaktadır. Bilindiği gibi “bir ülkenin doğal zenginliklerinin başında gelen ormanlar, ekonomik önemlerinin yanısıra doğal denge içerisindeki rolleri ile de son derece önemlidir”. “Meşe türleri, iklimdeki karasallaşmaya rağmen bu koşullara iyi uyabilen geniş alanlar kaplamıştır. İç ve Doğu Anadolu’daki ormanların ortadan kalkmasında iklim değişmelerinin rolü vardır. Munzur coğrafyasında beş farklı meşe türü, orman toplulukları oluşturmuştur. Meşe, gerek yapı malzemesi gerekse endüstriyel hammadde kaynağı olarak da büyük önem taşır. Meşe, yüksek sürgün verme yeteneğine sahip bir ağaçtır. Meşeye gerekli önemin verilmesi, Anadolu’nun pekçok yerinde olduğu gibi Fırat Havzası’nda da ormansızlaşmayı büyük oranda önleyecektir. 1970’li yıllarda ortaya atılan ve çeşitli araştırmacılar tarafından da desteklenen bir fikre göre yurdumuzun Gümüşhane-Tunceli-Maraş-Amanos dağları arasında uzanan ve Anadolu Diagonali denen bir hattın doğu ve batısında yetişen bitki türleri farklılık gösterirler. Anadolu Diagonali, Yukarı Fırat Havzası’nın hemen doğusunda yeralmaktadır. Diagonal’in her iki yakası arasındaki floristik farklılık, daha çok iklimsel ve topografiktir.”

• Doğu Anadolu’nun engebeli coğrafyası ve batıya göre daha yağışlı ve serin iklimi, bölgede yüksek dağ bitkilerinin yetişmesi ile birlikte dere yataklarıyla vadilerinde, “Akdeniz”li bitkilerin de yetişmesine imkan tanımaktadır. “Bu özellik, bölgenin florasını hem farklandırmakta, hem de zenginleştirmektedir. Fırat Havzası’nda ve Munzur doğasında erken çiçek açan endemik bitki türlerinin (Aracea, Liliaceae, Bellevalia, Fritillaria, Hyacinthus, Hyacinthella, Muscari, Scila, Tulipa, Crocus, Orcgidaceae, Dactylorhiza) yanında tıbbi bitkiler (Melissa officinalis/oğul otu, Melilotus officinalis/Taş yoncası, Mentha/nane, Thymus/kekik ve Verbascum/sığır kuyruğu türleri, Glycirrhiza glabra/meyan kökü, Berberis/kadın tuzluğu) ile kokulu bitkiler (Thymus, Cyclortichum, Calamintha, Salvia vb.) ve boya bitkileri (Isatis, Alkanna, Rubia vb.) çok zengin olarak bulunmaktadır. Ayrıca çayır, mer’a ve yem bitkileri (Leguminosae/baklagiller ile Giramineae/buğdaygiller) de yetişmektedir.

• Yukarı Fırat havzası ile Munzur doğasındaki 17 bitki türü; Pistacia terebinthus subsp. Palaestina/çedene-menegiç, Rhus coriaria/tetir-sumak, Aristolochia bottae/loğusa otu, Gundelia tournefortii/kenger, Alkanna megacarpa/yerenüğü-havaciva, Anchusa azurea, Azurea/tort-sığırdili, Onusma serceum/sarıot-dilyarasıotu, Viburnum opulus/gilebala-gilaburu, Ouercus spp./meşe-palamut, Ajuga chamaepitis subps. Laevigata/ürperyavşağı-meryemhort-sancıotu, alcea calvertii/hiro otu, Rheum ribes/okçun-ışkın, Armeniaca vulgaris/kayısı, Rosa canina/çalıgülü-gülburnu-yabanigül-kuşburnu, Rubus sanctus/böğürtlen, Alnus glutnosa subsp glutinosadır/kızılağaç-kızılkavak.

“Şimdiye kadar yapılan floristik çalışmalar sonucunda Elazığ ilinin florasının % 80’i, Tunceli ilinin % 60‘ı, Muş ilinin % 40’ı, Bingöl ilinin ise % 20’si bilinmektedir. Bu durum floristik kaynakların değerlendirilmesi açısından büyük bir kaybı ortaya koymaktadır.” Tunceli’de “tüm alçak ve yüksek bitkilerin tespit edilebilmesi için daha sık floristik, vejetasyon ve fitocoğrafik çalışmaların yapılması gerekir.” Keza “tespit edilen türlerin havza halkının faydalanmasına sunulması bakımından kullanım alanlarını belirleme çalışmaları yapılmalıdır.”

“Floramızın geleceği açısından en kısa sürede modern bir botanik bahçesi bir herbaryum, kurulması” ve Munzur Milli Parkı’nın genişletilerek korunması gerekir.”

• “Belirtilen bitkilerin yanısıra Munzur doğasında yetişen 60 çeşit kadar mantardan (Amanita, Boletus, Russula, Lycoperdon, Calvatia, Polyporus, Fomes, Morchella ve Pleurotus cinslerine ait türler) halkın daha çok yararlanması imkanları yaratılmalıdır. Ayrıca bu mantarlar, “dünyadaki kültüre alma” çalışmalarında yoğun bir ilgiye sahip olup, belirlenecek yöntem ile havzamızda daha çok yetiştirilmeleri mümkün olabilir.

Ne yazık ki coğrafyamızda bulunan akarsu ve göllerin mikrofitlerine ait floraları hakkında yapılmış hiçbir floristik çalışmaya rastlanmamıştır. “Rastlanan çalışmalar, floraları oluşturan tüm mikrofillere değil, bazı sınıflara yöneliktir.”

• “Fırat havzası ile Munzur’un içsularında zengin balık türleri (Mastacembelus simack-dikenli yılan balığı, Salmo trutta-alabalık, Salmo trutta macrostigma-dağ alabalığı, Cypripus carpio-sazan, Acanthobrama mirabilis-ulubat balığı, acanathobrama marmid-akçapak balığı, alburnoides bipunctatus-noktalı inci balığı, leiciscus cephalus-tatlısu kefali, leiciscus lepidus-akbalık, cyprinion macrostomum-beni balığı, garra rufa-yağlı balık, garra veriabilis-yapışkan balık, chondrostome regium-karaburun balığı, aspius vorax-sis balığı, tor grypus-bıyıklı balık (sabot), carossobarbus luteus-bizir, B. Plebejus lacerte-bıyıklı balık, barbus rajanorum-sirink, barbus capito- bıyıklı balık, B. Capito pectoralis-bıyıklı balık, B. Xanthopterus-maya balığı, B. Subquincuncinatus-bıyıklı balık, chalcalburnus mossulensis-gümüş balığı, capoeta capoeta-siraz balığı, capoeta trutta-çepiç/kara balık, copitis elongata bilseli-çöpçü balığı, nemacheilus tigris-çöpçü balığı, nemacheilus panthera-çöpçü balığı, nemacheilus insignis-çöpçü balığı, nemacheilus malapterurus-çöpçü balığı, nemacheimus argyrogramma-çöpçü balığı, turcinemacheilus kosswigi-çöpçü balığı, mystus halepensis-kedi balığı, glyptothorax armeniacus-iğneli balık, glyptothorax kurdistanicus-vantuzlu balık, aphanius cypris-dişli sazancık, parasilurus triostegus-fırat yayın balığı, mugil (liza) abu-kefal balığı yaşar. Munzur Çay’ında özellikle alabalık (salma trutta), kepenez ve d
isuwa
(şimdiye kadar 21 posta)
22.11.2007 05:41 (UTC)[alıntı yap]
sevgili omer farklı bilgiler sunarsak daha faydalı bir paylaşım olur sevgiyle kal...
plzqmasw (Ziyaretçi)
25.11.2013 02:50 (UTC)[alıntı yap]
azb5ynd6

wmklnigs

insurance

e1jp1jeq

nqk9rj2n

Cevapla:

Nickin:

 Metin rengi:

 Metin büyüklüğü:
Tag leri kapat



Bütün konular: 24
Bütün postalar: 28
Bütün kullanıcılar: 31
Şu anda Online olan (kayıtlı) kullanıcılar: Hiçkimse crying smiley
MUNZURUN DELİLERİ  
   
TAKVİM  
 
Myspace Calendars at WishAFriend.com
 
...  
   
Bugün 3 ziyaretçi (6 klik) kişi burdaydı!
site statistics Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol